Giriş: Rüyada geçen bir günle, uyanık
geçen bir günün ağırlığını tartmak istersek, elimizde kalan sadece zamanın
tuhaflığı olur. Rüya, henüz vuku bulmamış bir gerçeklik mi, yoksa baştan
kaybedilmiş bir simülasyon mu? Uyandığında “bu sadece bir rüyaydı” diyen kişi,
aslında hangi evrenin kapısından dönmüştür? Rüyalar yaşanmadı mı, yoksa
gerçekliğin bir başka türü mü?
Rüya, uyanık
hayatın otoritesini sarsar. Uyanıkken “hayır, bu olamaz” dediklerimiz, rüya
âleminde hiç sorgulanmaz; bir anda uçabiliriz, ölebiliriz, hayatta yeniden
doğabiliriz. “Mantık” kelimesi, rüyanın kapısında anahtarını kaybeder.
Rüyalar
hakkında konuşmadan önce; bahsedilmesi gereken ilke açıkça şudur: Algılanan
her şey, ancak ve ancak algılanma sürecinin sonucunda “var” sayılır. Yani,
gerçek dediğimiz herhangi bir şeyin kendisine asla doğrudan ulaşamayız; biz,
sadece onu “algılamış” oluruz.
Bu durum,
gerçekliğe dair tüm iddialarımızı baştan sakat bırakır. Şöyle ki, dış dünyada
gerçekten var olduğuna inandığımız her şey, ilkin duyu organlarımızdan geçer -
bir ses dalgası kulakta, bir ışık tanesi retinada titreşir. Oysa bununla
bitmez; daha yolun başında olan bu bilgi, zihnin karanlık laboratuvarında,
deneyimlerin, beklentilerin ve yorumların süzgecinden bir kez daha geçirilir.
Sonuçta elde ettiğimiz şey ise “gerçek” değil, bizim için, bizim zihnimizde
anlam kazanan bir varlık olur.
Gerçekliğin
kendisine, algıdan bağımsız ve saf haliyle hiçbir zaman temas edemeyiz; her
şey, ister rüya ister uyanıklık halinde olsun, mutlaka bir yorum, bir çarpıtma
ve bir filtrelemenin ürünüdür. Kısacası, “hakikat” olarak sunduğumuz şey,
aslında algının ve yorumun ortak yapıtıdır. İşte bu yüzden, rüyalarla gerçekler
arasındaki sınırı kesin çizgilerle ayırmak imkânsız hale gelir; çünkü her ikisi
de aynı atölyede üretildikten sonra, biz onlara “var” adını veririz.
Belki de
insanın en büyük yanılgısı, algılanan şeyin gerçekliğe birebir denk düştüğüne
inanmasıdır. Oysa hakikat, çoğu zaman duyu ve zihin süzgecinden geçerken şekil
değiştirir; böylece gördüğümüz bir rüya ile yaşadığımız bir günü birbirinden
mutlak olarak ayırmamızın hiçbir kesin yolu kalmaz.
Yani demem o
ki uyanıkken gördüğümüz rüyalara gerçek, hakikat diyoruz.
Dahası,
rüyalarda hissettiğimiz korku, mutluluk, şaşkınlık gibi duygular, çoğu zaman
uyanıkken yaşadıklarımızdan daha yoğun ve daha gerçektir. Burada sorulması
gereken temel soru şudur: Deneyimin “gerçekliği” nedir? Eğer bir
deneyim, bedende ve zihinde iz bırakıyor, hatırlanıyor ve davranışlarımızı
etkiliyorsa, onu uyanıkken mi yoksa rüyada mı yaşadığımızın bir önemi kalır mı?
Bir adım
daha ileri giderek şunu söylemek gerekir: Hakikatin kendisi, zihnin ürettiği
imgelerle sınırlıysa; o zaman rüya, gerçekliğin öteki yüzü mü, yoksa aynı
madalyonun başka bir yüzü mü? Belki de gerçekliğin en saf hali, uyanıkken
ya da uykudayken yaşadıklarımız arasında bir tercih yapmayı reddeder; her
ikisini de deneyimin farklı bir biçimi olarak kabul eder.
Yazı tura
gibi. Uyanınca
“gerçeklik” dediğimiz paranın hangi yüzüne düştüğümüzü ilan ediyoruz. Ama rüya
esnasında ikisi de mümkün: hem yaşıyoruz, hem ölüyoruz; hem mutluyuz, hem acı
çekiyoruz. Rüya geçmişe geçince, bir sonucu olmuş oluyor ve rüya sizin
sıkıştırılmış gerçekliğinizden çıkıyor.
Tüm bu
bulanık sınırları hesaba kattığımızda, klasik felsefi soruya ulaşırız ve Descartes’ın
“Rüya Argümanı”nı hakkında konuşmaya hak kazanmış oluruz: Eğer rüyada
olduğumuzu, ancak uyandığımızda anlayabiliyorsak, hâlihazırda yaşadığımızın bir
rüya olmadığını nasıl ispatlayabiliriz?
Hangimiz
rüyada mantıklı bir zaman akışı olduğunu hatırlıyor? Belki de rüya ve gerçeklik
ayrımı yapmakta en başarılı argüman bu:
Eğer belleğimde, çevremdeki başkalarının belleğinde ve dünyanın
kendi akışında tutarlı bir süreklilik varsa, içinde bulunduğumun bir rüya değil
gerçeklik olduğunu ispatlamış olurum. (Tabii burada çevremdeki başkalarının da
gerçek olduğunu, benim gibi sorgulama, düşünme hatta hakikati arama gibi
olaylar gerçekleştirdiklerini varsayıyoruz)
Eğer
yaşamımım bir rüyaysa rüyamda gördüğüm rüyadan uyandığımda onun bir rüya
olduğunu anlayabilirim daha fazlası ise…
Rüyada
Cenin Pozisyonu: Anne Karnına Dönüşün Arzusu
Uykunun
derin, karanlık ve belirsiz sularında, istemsiz bir refleks gibi kıvrılır
bedenimiz. Dizlerimizi karnımıza çeker, başımızı göğsümüze doğru eğip küçücük
bir dünyaya sığmaya çalışırız. İşte bu anda, belki de içimizde saklı kalmış en
eski hafızanın tekrar sahnelenişine tanıklık ederiz: Anne karnındaki güvenli ve
korunaklı varoluşumuza dönüş arzusu.
Freud,
rüyaların ve bilinçdışının, unuttuğumuz ya da unutmak istediğimiz gerçekleri
yüzeye çıkardığını söyler. Cenin pozisyonu da bilinçdışımızın, bizi hayata
bağlayan en temel anımıza çağrısı olabilir. Rahatlığın, güvende hissetmenin ve
korunmanın mutlak olduğu o başlangıç anına dönmek, tüm belirsizliklerin ve
tehditlerin uzak olduğu yere kaçmak gibidir. Bedenimizin bu pozisyonu, belki de
hayatın karmaşasına karşı bir itirazdır: Buradayım, ama aslında daha önce başka
bir yerdeydim; buradayım, ama aslında güvende olduğum yer, hafızamda saklı.
Rüyaların
içinde "ben" dediğimiz kişi, çoğu zaman kim olduğundan emin değildir.
Kendimize dışarıdan bakar gibi, başka biri gibi görünürüz bazen. Rüyada cenin
pozisyonunu alan da belki bu yüzden "ben" değil, içimizdeki o eski ve
derin varlıktır. Bizi şekillendiren ve sonsuza kadar içimizde taşıdığımız ilk
anıya tutunan "ben"dir. O halde soralım kendimize: Uykuda anne
karnını özleyen, yeniden doğmak isteyen bu beden mi, yoksa bilinçdışımızın
karanlık sularında kendini korumaya çalışan ruhumuz mu?
Belki de her
gece, cenin pozisyonuna döndüğümüzde, özlediğimiz anne rahmini tekrar
yaratırız. İstemsizce güven duygusunu, dış dünyaya karşı kapattığımız
bedenimizin içinde yeniden deneyimleriz. Bu durum bizi bir adım daha ileri
taşır: Belki de hayat dediğimiz şey, hiç bitmeyen bir anne karnından çıkış
hikâyesidir. Her gece yeniden döndüğümüz o başlangıç noktası ise bizi hep
kendine çağıran, ama asla tamamen kavuşamadığımız bir gerçekliktir.
Uyanmak,
işte tam da burada önem kazanır. Gözlerimizi açtığımız an, anne karnından
tekrar çıkar gibi yeniden doğarız dünyaya. Her uyanışımız, hafızamızda saklı
anne rahmini terk etmek demektir. Belki de bu yüzden uyanmak biraz hüzünlüdür;
bilinçdışımızın kollarında bulduğumuz güveni tekrar kaybetmek gibidir.
Öyleyse şunu
düşünelim: Belki de cenin pozisyonunda yatan biz değilizdir; belki uyurken
içimizde uyanan bir başkasıdır. Belki de rüyada "ben" dediğimiz,
bilinçdışımızın karanlık odalarında hala doğmayı bekleyen başka biridir.
Hangisi
gerçek "ben"? Uyuyan mı, uyanan mı, yoksa rüya gören mi?
Belki de
cevabını hiç bilemeyeceğimiz sorular vardır. Biz yine de, her gece içimizdeki
bilinmeyen bir dünyanın kapılarını aralar ve oraya sessizce kıvrılırız. Anne
karnının sıcaklığında yeniden şekillenmek umuduyla, kendi bilinçdışımızın
koynuna döneriz. Sonra sabah olur, gözlerimizi açar ve yeniden
"gerçek" dünyaya doğarız; ta ki bir sonraki gece tekrar kendimizi
özleyene kadar…
Rüyada
“Ben” Kimdir?
Rüyada bazen
kendim oluyorum, bazen bir başkası.
Bazen bana hiç benzemeyen birinin gözünden bakıyorum kendime.
O an hangisi “ben”?
Yatakta
yatan vücut burada, rüya gören zihin ise orada;
Birbirini tanımıyorlar.
Sabah
uyanınca, hangisi bendim diye düşünüyorum.
Bazen rüyadaki o garip adam mı,
Yoksa hâlâ burada, yatağın ucunda oturan kişi mi?
Belki de
hepsi biraz “ben”.
Ya da hiçbiri.
Kimlik
dediğimiz şey, uyanıkken bile bu kadar sabit değilken,
Rüyada kırılganlığın şahikası oluyor.
O yüzden, sabah gözlerimi açınca bazen kendi adımı bile tekrar etmek zorunda
kalıyorum.
Bu gece hangi “ben” görecek rüya,
Hangisi uyanacak, bilmiyorum.
Freud, Rüya
Yorumu, rüyaları arzu doyumu olarak tanımlar. Ona göre, rüyanın temel
aktörü, bilinçdışında saklı kalan dürtülerin ve bastırılmış arzuların bir tür
tiyatral temsili olan rüya-öznesidir. Burada rüyadaki özne, bazen gerçek
benliği, bazen de benliğin parçası olan farklı figürleri (anne, baba, çocuk,
yabancı) üstlenebilir. Freud’a göre, rüyadaki ben çoğu zaman kendi
arzularından ve korkularından bihaberdir; sembollerle, dolaylı
ifadelerle kendini açığa vurur.
Rüyada ben, bilinçli hayatın akılcı, tutarlı öznesi olmaktan çıkar; çok
katmanlı, bölünmüş ve çoğu zaman kendisine bile yabancılaşmış bir varlığa
dönüşür. Freud’un tanımıyla, rüya-öznesi, bastırılmış arzuların ve içsel
çatışmaların taşıyıcısıdır.
Lacan ise,
özneyi dil ve arzu üzerinden okur. Lacan’a göre rüya, bilinçdışının dil gibi
örgütlendiği bir düzlemde ortaya çıkar. Burada özne, kendini rüyada çoğu
kez bir açık adres olarak bulmaz; özne, kendisiyle arasına bir mesafe girer.
Rüya sırasında kişi bazen eyleyen, bazen izleyen, bazen de dışarıdan bir
bakışla kendi varlığını sorgulayan bir pozisyondadır.
Lacan’ın ayna evresi kuramına göre, çocuk ilk kez kendisini bir bütün
olarak aynada gördüğünde bir özne olarak kurulur. Rüyada ise bu bütünlük
dağılır; rüya, özneyi hem kendiyle hem de arzularıyla yabancılaştırır. Rüya
anlatısı, çoğu zaman birinci tekil şahıs üzerinden kurulsa da, bu “ben”in kim
olduğu, rüyanın akışı içinde kaygan ve değişkendir. Lacan’a göre rüyada özne,
bilinçdışının sembolik düzeniyle karşılaşır; burada ben olarak konuşanla,
arzunun gerçek sahibi her zaman aynı değildir.
Felsefi
açıdan, rüyada özne problemi, Descartes’ın ünlü düşünüyorum, öyleyse varım
önermesinin sınırlarını da zorlar. Uyanıkken ben dediğimizde, süreklilik ve
tutarlılık talep ederiz; fakat rüyada, özne çoğu kez parçalanır, çoğullaşır
ve hatta bazen tümüyle silinir. Rüyada ben olarak deneyimlediğimiz şey, bir
bakıma, bilinçli öznenin bir maske takmış, rol değiştirmiş hali olabilir.
Rüya,
öznenin kırılganlığını ve sınırlarının geçirgenliğini en açık biçimde ortaya
koyar.
Zamanın
Akışı: Uykuda ve Uyanıkken
Uyanıkken
zaman, ardışık ve ölçülebilir bir süreçtir. Modern bilinçte zaman, saatler ve
takvimler aracılığıyla düzenlenen, nedensellik ve süreklilik hissiyle birleşen
doğrusal bir akıştır. Ancak uykuya, özellikle de rüya görme aşamasına
geçildiğinde, zaman algısında radikal bir değişim meydana gelir.
Rüyalarda
Zaman Deneyimi
Rüyalarda zaman, uyanık halde yaşanan zamansal düzenle taban tabana zıttır.
Rüya sırasında, olaylar çoğu zaman ardışık bir sıraya sahip değildir;
başlangıç ve son, geçmiş ve gelecek birbirine karışabilir. Rüya içeriği bazen
birkaç dakika süren gerçek zamana sığarken, rüya öznesi için yıllar veya bir
ömür kadar süren bir deneyim yaşanmış gibi hissedilebilir.
Bu yoğunlaşma ve yer değiştirme, Freud’un Rüyaların Yorumunda
vurguladığı rüya mekanizmalarının temelindedir. Freud’a göre, rüya
zamanı sıkışır ve olaylar ardışık bir sıradan çok, bir tablo gibi bir arada
sunulur.
Döngüsellik
ve Sonsuzluk
Rüyadaki zaman, yalnızca doğrusal yapısını değil, aynı zamanda döngüselliğini
de kaybeder. Rüya sahneleri sıklıkla tekrar eder, olaylar kendi üzerine
katlanır, geçmiş bir an ile gelecek bir olay bir arada yaşanır. Bu döngüsellik,
Nietzsche’nin ebedi dönüş fikrini andırır: rüya içinde zaman, sürekli
kendini yineler ve özne, her defasında aynı sahneyi farklı anlamlarla
deneyimleyebilir.
Heidegger’in zaman anlayışı da rüyadaki döngüsellikte yankı bulur; çünkü burada
“şimdi”, geçmiş ve geleceğin sürekliliğinden kopar ve özne, bir anın içinde
sıkışıp kalabilir.
Rüyaların
Dili: Simgeler, Metaforlar, Sessizlik
Rüyalar,
dile getirilemeyeni dile getirme çabasıdır. Bu dil, uyanık bilincin açık ve
doğrudan anlatımından farklıdır; semboller, metaforlar ve hatta sessizliklerle
örülü bir anlatıya sahiptir. Rüyanın kendine özgü dili, bilinçdışı süreçlerin
karmaşık doğasını görünür kılmaya çalışan alegorik bir yapıya dönüşür.
Rüya Dili
ve Sembolizmin Önemi
Rüyalar, Freud’un tanımıyla bilinçdışının kral yoludur. Freud’a göre,
bilinçdışında bastırılan dürtüler, arzular ve korkular doğrudan ifade edilemez;
bu yüzden simgesel ve metaforik bir anlatıma ihtiyaç duyarlar. Rüyada
gördüğümüz nesneler, kişiler ve olaylar, genellikle gerçek anlamlarından
sıyrılıp simgesel işaretlere dönüşürler. Örneğin Freud, sıkça tekrarlayan
sembollerin belirli bilinçdışı içeriklere işaret ettiğini savunmuştur. Ona
göre, rüya dili, sansür mekanizmasının da etkisiyle dolaylı ve örtülü
bir iletişim aracıdır.
Jacques
Lacan, rüyaların dil gibi yapılanmış olduğunu vurgular. Lacan’a göre bilinçdışı
dilin yapısına sahip olduğu için, rüya içeriği simgeler ve metaforlardan
oluşur. Lacan’da metaforlar rüya dilinin ana araçlarıdır. Bu durumda rüyaların
dili, dilin kendisinden bağımsız değildir; tam tersine, bilinçdışındaki arzular
ve korkular dil üzerinden yapılanır ve rüyada dilin ötesinde ama yine de dilin
içinde ifade bulur.
Jung ve
Kolektif Bilinçdışında Rüyalar
Carl Gustav Jung, rüya diline dair kavramsallaştırmasını, Freud’dan önemli
ölçüde farklı bir zemine oturtur. Jung’a göre rüyalar, kişisel bilinçdışından
çok daha derin ve evrensel bir bilinçdışı alanından kaynaklanır: bu,
kolektif bilinçdışıdır. Kolektif bilinçdışı, tüm insanlığın ortak hafızası
ve sembolik arşividir; burada, arketipler olarak adlandırılan evrensel
simgeler ve motifler bulunur.
Jung’a göre
rüyalar, bu arketipleri ve evrensel sembolleri bilinç yüzeyine çıkarır.
Örneğin, “kahraman”, “anne”, “gölge” gibi semboller, kültür ve zaman fark
etmeksizin birçok rüyada ortak anlamlara sahip olabilir. Bu semboller, insan
ruhunun temel ve ortak meselelerini temsil eder; ölüm, doğum, yeniden doğuş,
dönüşüm gibi temaları işaret eder. Jung’a göre rüyadaki semboller sadece
bastırılmış kişisel arzuların ifadesi değildir; aynı zamanda bireyin ruhsal
gelişimine ve bilinçlenme sürecine işaret eden derin mesajlar taşır.
Gerçekleşmeyen
Hayaller: Rüyada Arzu ve Korku
Rüyalar,
bilinçdışı arzuların ve korkuların yüzeye çıktığı birer sahne gibidir. Uyanık
halde, toplumsal baskılar, ahlaki normlar ve kişisel bilinçdışı çatışmalar
nedeniyle ifade edilemeyen arzular, rüya alanında özgürce biçimlenir ve
kendilerine simgesel bir anlatım bulur. Rüyalar, bu bastırılmış arzuları ve
korkuları ortaya çıkararak, bireyin iç dünyasının saklı köşelerini açığa vurur.
Rüyalarda
Ortaya Çıkan Bastırılmış Arzular
Freud, rüyaları temelde arzu doyumu olarak tanımlar. Ona göre rüyaların
temel işlevi, bilinçdışında bastırılmış arzuların sembolik olarak tatmin
edilmesidir. Bu arzular, kişinin uyanık yaşamında kabul edilemez veya
gerçekleştirilemez olan istekleridir. Rüyalar, bu arzuları dolaylı yollarla ve
çoğunlukla simgesel bir dil kullanarak ifade eder; böylece özne, arzularını
güvenli ve sansürlenmiş bir biçimde yaşayabilir.
Freud'a
göre, rüyalar iki temel süreçle şekillenir: "yoğunlaşma" ve "yer
değiştirme". Yoğunlaşma, birçok farklı arzu ve düşüncenin tek bir sembolde
birleşmesini ifade ederken, yer değiştirme ise asıl arzunun veya kaygının,
önemsiz görünen başka bir nesneye veya duruma aktarılmasıdır. Bu mekanizmalar,
bastırılmış arzuların doğrudan ifade edilmesini engeller ve böylece rüyada
arzular, karmaşık ve üstü kapalı bir dilde sahnelenir.
Kâbuslar
ve Rüya Yoluyla Yüzleşmeler
Kâbuslar, rüyaların arzular kadar güçlü bir başka boyutu olan korkularla
ilgilidir. Korkular da tıpkı arzular gibi, bilinçdışı alanda bastırılır ve
rüyalar aracılığıyla dışa vurulur. Kâbuslar, bireyin yüzleşmekten kaçındığı,
bastırdığı veya inkar ettiği korkuların ve travmatik deneyimlerin simgesel
yansımalarıdır. Bu tür rüyalar, Jung'a göre bireyin kendi gölgesiyle karşı
karşıya gelmesini sağlayarak, psikolojik gelişim ve bütünleşme için fırsatlar
yaratır.
Freud ise
kâbusları, bastırılan arzularla birlikte ortaya çıkan iç çatışmaların ve
kaygıların belirtisi olarak yorumlar. Kâbuslar, kişinin sansür
mekanizmasının başarısız olduğu anlarda, bilinçdışının doğrudan ve güçlü
biçimde yüzeye çıkışı olarak görülebilir. Bu tür rüyalar, bireyin gerçeklikle
ya da kendi iç dünyasıyla yüzleşmek zorunda kaldığı sahneleri canlandırır.
Dolayısıyla kâbuslar, sadece korkutucu değil, aynı zamanda derinlemesine analiz
edildiğinde aydınlatıcı ve iyileştirici olabilirler.
Rüya
Gören Hayvanlar: İnsan ve Doğa Arasında
İnsan
bilincinin en gizemli ve karmaşık yönlerinden biri olan rüyalar, aynı zamanda
insanın doğa ve hayvanlarla ortak kökenini sorgulatan önemli bir alan
oluşturur. Rüya görmek, yalnızca insanlara ait bir özellik midir, yoksa
hayvanlar da rüya görür mü?
Hayvanlarda
Rüya
Günümüzde bilimsel veriler, özellikle memeli türlerinin çoğunun rüya
gördüğüne dair güçlü kanıtlar sunmaktadır. Örneğin, kedi, köpek, fare ve
primatlar üzerinde yapılan EEG çalışmaları, bu hayvanların uyku sırasında REM
evresi geçirdiklerini göstermiştir. Bu evre, insanlarda açık biçimde rüyaların
görüldüğü uyku aşamasına karşılık gelir.
Bilimsel
açıdan REM evresi, beynin uyanıklık durumuna benzer bir aktivite gösterdiği,
ancak vücudun kas aktivitesinin geçici olarak baskılandığı bir süreçtir. Bu
dönemde bazı hayvanlarda ayakların hareket etmesi, ses çıkarma ya da ani
refleks hareketler gibi davranışlar da gözlemlenir. Bu durumlar, hayvanların
rüya gördüğüne işaret eden dolaylı fakat güçlü kanıtlardır. Ancak hayvanların
rüyalarının içeriği, niteliği ve bilinç düzeyi, insan rüyalarıyla
karşılaştırıldığında felsefi açıdan hâlâ derin bir soru işareti olarak kalır.
Felsefi
perspektiften bakıldığında, Thomas Nagel'in ünlü sorusu gündeme gelir:
"Bir yarasa olmak nasıl bir şeydir?" Bu soru, öznel
deneyimlerin hayvanlar açısından anlaşılabilir olup olmadığını sorgular. Nagel,
hayvanların bilinçli deneyimlerinin insanlarca tam anlamıyla kavranamayacağını,
rüya deneyimlerinin de bu bilinemezlik alanında olduğunu ifade eder. Hayvanların
rüya gördüğünü kabul etmek, onların iç dünyasının zenginliğini ve bilince sahip
olduklarını ima ederken, rüyaların içeriği ve anlamı hakkında bir kesinlik
sağlamaz.
İnsan-Rüya
İlişkisine Biyolojik Bakış
Biyolojik açıdan, rüyalar, beynin evrimsel gelişimiyle yakından ilişkilidir.
İnsanlarda olduğu gibi, hayvanlarda da rüya görmenin temel amacı, belleğin
pekiştirilmesi, öğrenmenin güçlendirilmesi ve duygusal süreçlerin yönetimi
olarak düşünülür. Evrimsel psikolojiye göre, rüyalar, avcı-toplayıcı dönemden
beri tehditleri ve çevresel bilgiyi işlemek için bir araçtır. Rüyaların,
hayatta kalmaya yönelik bir adaptasyon olduğunu savunan bu görüş, rüya gören
hayvanların da aynı biyolojik mekanizmaları paylaştığını öne sürer.
Örneğin,
fareler üzerinde yapılan çalışmalarda, gün içinde öğrenilen labirentlerin, rüya
sırasında yeniden tekrarlandığını gösteren nörolojik bulgular elde edilmiştir.
Bu durum, rüyaların biyolojik işlevinin insanlara özgü olmadığına, biyolojik
olarak ortak evrimsel köklere sahip olduğuna işaret eder.
Biyolojik ve
evrimsel perspektiften bakıldığında, rüyaların varlığı ve işlevi, insanın
doğayla olan ortak bağını vurgular. İnsan rüyaları, karmaşık dilsel ve sembolik
yapısıyla evrimsel olarak daha gelişmiş bir biçime sahip olabilir, ancak
biyolojik temel açısından bakıldığında, insan ve hayvanlar arasındaki ayrımın
daha bulanık olduğu söylenebilir.
Gerçekliğe
Dönüş: Uyanmak Ne Demektir?
Uyku ve
rüyadan uyanmak, sadece gözlerin açılmasıyla sınırlı değildir; aynı zamanda
öznenin kendisini ve dünyayı yeniden keşfetmesi, bilinçdışı süreçlerin hakim
olduğu bir dünyadan, bilinçli algının hüküm sürdüğü bir gerçekliğe dönüşüdür.
Fakat bu gerçek dünyaya dönüş, felsefi açıdan sorgulamaya açık, bir
durumdur. Çünkü uyanış deneyimi, çoğunlukla kişinin gerçekliğe dair
farkındalığının sorgulandığı bir an olarak belirir.
Uyanış ve
Farkındalık
Uyanmak, temel anlamıyla bilinç durumunun değişimidir. Uyku ve rüya halindeyken
bilincin sınırları bulanıklaşır, gerçeklikle olan bağlar zayıflar, zaman-mekân
ilişkisi çözülür. Uyanış anı, bilincin bu dağınık durumdan çıkarak tekrar
bütünlüklü bir özne konumuna geçişidir. Bu geçiş, öznenin kendisi, kimliği ve
dünyayla ilişkisi üzerine ani bir farkındalığı beraberinde getirir.
Fenomenolojik açıdan bakıldığında, uyanmak; bilincin yeniden bir beden, çevre
ve dünya içinde konumlanarak kendi varoluşunu yeniden tanımasıdır.
Edmund
Husserl’in fenomenolojisi, bilincin kendisini "şimdi" ve
"burada" konumlandırması olarak uyanış deneyimini vurgular. Bilinç,
rüyadan uyandığı anda, gerçekliğin keskinliğiyle karşılaşır ve dünyanın verili
yapısını yeniden kurar. Böylece uyanış, gerçeklikle olan ilişkinin yeniden
tesis edildiği ve dünyaya dair farkındalığın ortaya çıktığı bir tür yeniden
doğuştur.
“Gerçek”
Dünyaya Dönmek Mümkün Mü?
Fakat felsefi ve psikanalitik bir perspektiften ele alındığında,
"gerçek" dünyaya tam anlamıyla dönmenin mümkün olup olmadığı
sorgulanır. Freud’a göre bilinç, hiçbir zaman saf bir gerçeklik
deneyimine sahip değildir. Gerçeklik her zaman bilinçdışı süreçlerle iç içedir
ve bu nedenle rüya ve uyanıklık durumları birbirlerinden tamamen ayrılamaz.
Freud, rüyaların bilinçdışının baskısından kurtulmanın mümkün olmadığını,
bilincin her zaman rüya kalıntıları tarafından etkilenmeye devam ettiğini ileri
sürer.
Lacan’ın
perspektifinden bakıldığında gerçek, sembolik ve imgesel düzenin dışında
kalan, hiçbir zaman doğrudan ulaşamayacağımız bir alan olarak
tanımlanır. Lacan’a göre insanın gerçeklikle ilişkisi her zaman dolaylı ve
eksiktir; bu nedenle uyanmak, gerçeklikle tam anlamıyla buluşmak değil, onu
sembolik olarak yeniden yapılandırmaktır. Bilinç, sembolik dil ve imgeler
aracılığıyla gerçekliği ancak dolaylı olarak deneyimleyebilir. Böylece uyanmak,
gerçekliğe değil, onun dilsel ve sembolik temsiline dönüştür.
Platon’un
ünlü mağara alegorisi de, uyanış deneyimine felsefi bir yorum getirir.
Alegoride, mağaranın içinde gölgelerle yaşayan insanlar, dış dünyaya çıkıp
güneşi ve gerçek varlıkları gördüklerinde, gerçeğe uyanmış olurlar. Bu
metaforda uyanmak, bilinç ve bilgi seviyesinde bir aydınlanma, gerçek dünyanın
varlığını keşfetme süreci olarak temsil edilir. Ancak Platon bile, gerçekliğin
doğrudan kavranmasının zor ve acı verici olduğunu vurgular.
Gerçek
dünyaya dönmek mümkün görünmese de, uyanmak; insan bilincinin dünyayı, kendini
ve varoluşunu sürekli olarak yeniden keşfetme sürecinin bir parçasıdır. Bu
anlamda uyanış, gerçeğe kesin bir dönüşten ziyade, sürekli devam eden bir
bilinçlenme ve yorumlama eylemidir.
