İzleyiciler

Tragedya dergisi

Cehaletin Yüksek Lisansı

Bu Blogda Ara

Blogger tarafından desteklenmektedir.

 

Truthmaker İlkesi
For every truth, there is something in the world that makes it true.
(Her doğru için, onu doğru yapan dünyada bir şey vardır.)

Truthmaker İlkesi, her önermenin doğruluğunu garanti eden, dünyada var olan belirli bir gerçeklik bulunduğunu savunur. Başka bir ifadeyle, bir önerme doğruysa, bu doğruluk yalnızca dilsel ifade ya da zihinsel inançtan kaynaklanmaz; mutlaka ona tekabül eden bir olgu, varlık veya durum dünyada mevcut olmalıdır.

Örneğin, “kar beyazdır” önermesi, yalnızca bir dilsel yapı değil, beyaz renge sahip kar kristallerinin fiilen var olmasıyla anlam ve doğruluk kazanır. Burada “kar” nesnesi, algısal olarak nasıl görünüyorsa, gerçekte de öyledir; bu nedenle önerme, dünyadaki olgusal bir duruma doğrudan karşılık gelir.

Bu yaklaşım, doğruların temellendirilmesinde zihinsel süreçleri devreden çıkarır ve nesnel gerçekliği merkeze alır. İnsan zihni hiç var olmasa dahi “su H₂O’dur” önermesi doğru olmaya devam eder; çünkü bu doğruluğun kaynağı, suyun moleküler yapısında bulunan olgusal gerçekliktir. Dolayısıyla doğruluk, öznel algılara, toplumsal uzlaşıya veya dilsel konvansiyonlara değil, dünyadaki varlıkların ve durumların kendisine dayanır.

Felsefi açıdan, Truthmaker İlkesi hem metafiziksel realizm ile uyumludur hem de doğru-uygunluk teorisi ile güçlü bir bağ kurar. Bu çerçevede, “doğru” kavramı, düşünce ve dilin dışındaki gerçeklik tarafından güvence altına alınır; böylece bilgi, yalnızca tutarlılık veya faydacılık ölçütleriyle değil, dünyaya uygunluk ölçütüyle de değerlendirilebilir.

Yeşil Nota

Pazar sabahı, meydanda kâtip bir kâğıt okudu. “Bundan böyle baskıdan çıkacak her kâğıt resmî beyaza uyacak. Postanedeki kıyas kâğıdıyla karşılaştırılacak. Uymayana önce kısa gözlem, tekrarında sürgün. Mühür esastır.” Sesi soğuktu.  Kar günlerdir hep aynı notada inliyordu, hep aynı tınıdaydı. Gökyüzü, gri ile beyaz arasında asılı duran bir düşünce gibiydi; çam iğnesi gibi, hafif ama ısrarcı. Köyün taş duvarları, rüzgârın cilaladığı buz tabakasıyla mat bir parlaklık taşıyordu. Her şey tek renge, tek tona teslim olmuş gibiydi; ama o, gözlerini kırpmadan baktığında karın beyaz değil, derin bir yeşil titreşimle dalgalandığını görüyordu.

Körüklü makinemi üçayağa kurdum. Cam levhayı yuvaya taktım. Vizöre bakınca, beyazın içinden tanıdık bir tını yükseldi: kimseye anlatamadığım ince bir yeşil. Ben ona içimden “gerçek yeşil” diyorum. Aklım “yok öyle şey” dese de gözüm “burada” diye diretir. Üç kare çektim: sabah, öğle, akşam. Hep aynı yer, aynı taş duvar, aynı kar; ama o tını her defasında başka bir yerden sızdı.

Postanenin arka odası küçük bir baskı bölmesiydi. Karanlıktı, duvarları rutubet kokardı. Masanın üstünde tepsiler, gümüş banyosu, sabitleme suyu; ipte mandallar. Kırmızı feneri yaktım. Levhayı suya yatırdım. Resimler yavaşça kâğıdın üstünde belirdi. Hepsi tertemiz çıktı, hepsi tek beyaz. Yeşil yok.

Karanlık odanın kapısında İshak belirdi. Postane memuru… Buz gibi bir herif, mavi bir atkı sarar, kâğıtların kenarlarını parmağıyla yoklardı.

— Yine mi meydan? dedi.
— Işık değişiyor, dedim.
— Işık değişir; ama resmî beyaz değişmez, dedi. Sonra sesi kısıldı. — Yarın vilayetten bir muavin gelecek. Kıyas kâğıdını indirip seninkilerle üst üste koyacak. Sapma derse önce gözlem, sonra ne çıkarsa… Çabuk ol.

Başımı salladım. Bir şey daha söylemek istedim, söylemedim. Camın buğusuna parmağımla bir çizgi çektim. Camın ardında kar; camın üstünde ben. İkisine birden bakınca içim ürperdi.

Gece evde, küçük karanlık odamda çalıştım. Mum ışığını büyütücünün altına koydum. Nane yapraklarını kaynatıp bir kavanoza doldurdum; koku hafızayı çağırır. Bazen kokunun çağırdığı şeyi göz yakalar. Cam levhayı gümüş banyosuna daldırdım. Kâğıdı suya bırakınca kenarda, çıplak gözle güç seçilen ince bir damar belirdi. “Buradasın,” dedim. “Kâğıt seni reddetse de.”

Ertesi gün postanede kuyruk vardı. Masaların üstünde mühürler, çekmecelerde kıyas kâğıtları. Duvara asılı kıyas kâğıdının üstünde kısa bir cümle yazıyordu: “Beyaz budur.” Köşesinde taze bir mühür. Vilayet muavini geldi. Siyah ceketli, ayakkabıları cilalı, tıraşı yeni. İçeri girer girmez kıyas kâğıdını indirdi, masaya serdi.

— Baskılarınızı veriniz, dedi.
Üç kâğıdı uzattım. İlk ikisini kıyas kâğıdının üstüne koydu; köşeleri birbiriyle hizaladı. Bakışı düzgündü, sabırlıydı. Üçüncü kâğıtta durdu. Parmakları kâğıdın kenarında oyalanınca, içimdeki yeşil sanki bir an nefes aldı.

— Uygundur, dedi. Kalemiyle kenara not düştü. — Yine de birkaç baskı daha alalım, tesadüf sevmem. Kıyas dışına çıkarsa gözlem var.

İshak camın ardında bekliyordu. Göz göze geldik. Bakışı, “Sabret,” dedi. Sonra muavine dönüp sordu:

— Akşama kadar bitirelim mi efendim? Hava erken kararıyor, kalabalık artıyor.
— Hızlı ama dikkatli, dedi muavin.

Öğleye doğru baskıları çoğalttım. Her kâğıt ipte sallanırken içim boşalıyordu. Yeşil yok. Nane kokusunu duydum, ama görüntü gelmedi. Bir ara İshak odanın kapısına yanaştı, kimse bakmıyorken elimi yokladı. Avucuma ufacık bir metal parçası bıraktı. İncecik, jilet ucu gibi.

— Ne bu?
— Kıyas kâğıdını tutan çerçevenin kenarı serttir, dedi. — Kenardan çok küçük bir çentik açarsan, kıyas aşağıdan çok az eğilir. Muavin mühre bakar, harfin omzu da az biraz eğilir. Göz bunu tam adlandıramaz; ama oradaki güven sarsılır. Sonrası kısmet.

— Ya anlarsa?
— O zaman da kısmet. Bazen insan, bildirmekle yetinemez; içini de bildirir. İçimiz mühür tutmaz.
— Niye yapıyorsun, İshak?
— Çünkü ben de o tınıyı hatırlıyorum, dedi. — Sabahın çok erken saatlerinde, karın üstünde. Adını koyamam ama kokusunu bilirim.

İkindiye doğru muavin tekrar kıyas istedi. Herkesin gözü öndeki masadaydı. Tam o sırada, İshak kapı eşiğinde dosyaları devirmiş gibi yaptı. Muavin bir an arkasına döndü. Ben de kıyas kâğıdını tutan tahta çerçevenin alt kenarına o ufacık metal parçasıyla minicik bir çizik attım; bir saç teli kadar. Elim titremedi. Muavin geri döndü, hiçbir şey fark etmedi. Kâğıtları yine üst üste koydu. Mührü bastı. “Uygundur” yazısı bu kez gözüme biraz eğik göründü. Eğikliği benden başka kimse anladı mı, bilmiyorum. Arkadaki yaşlı kadın hafifçe nefes verdi, sanki “işte” diyecekti ama demedi. Postanenin kapısının önünde afiş ezberleyen küçük kız, harflerin kıvrımına uzun uzun baktı.

Muavinin yüzü sertleşti.

— Kâğıdı değiştirin, dedi. — Çerçeveyi de değiştirin. Bu eğiklik hoş değil.

İshak, “Hemen,” dedi. Hemen de yaptı: çekmeceden yedek çerçeve çıkardı, yenisini astı. Eski çerçeveyi, sanki hep böyle yapılırmış gibi, hızla kenara bıraktı. Metal kıymık artık bir atık kutusundaydı.

— Devam edin, dedi muavin.

Akşamüstü beni bir odacığa aldılar. Bir masa, bir sandalye. Kapıda bir asker. “Kısa gözlem,” dediler. “Yarın sabah çıkarsın.” Ne sorarlarsa aynı şeyi söyledim: “Karın beyazında bir tını görüyorum.” “Nasıl bir tını?” “Anlatması zor; ama var.” “Renk mi?” “Belki.” “Nereden geldi?” “Bilmiyorum.” “Ne istiyorsun?” “Onun kâğıtta kalmasını.” “Niye?” “Çünkü gerçek.” Başımı öne eğdirdiler. Bekledim. Bir gece sürmedi; zaman uzadı. Dışarıdan postanenin iç fısıltısı geliyordu; kâğıt sesleri, mürekkep, mühür. Koku, nane ile rutubet arasında bir yerde dolaşıyordu.

Sabah olduğunda kapıyı açtılar. Gözlem bitti. Masanın üstünde bir kâğıt: “Tekrarında sürgün.” Altında mühür. Avluya çıktım. İshak uzakta duruyordu. Yanıma gelir gibi oldu, gelmedi. Gözleri yorgundu.

— Eski çerçeveyi ne yaptın? dedim.
— Kırıldı, dedi. — Çöp. Bazen bir şey kırılır ve çöp olur. Bazen de kırıldığı için hafızaya girer. Bende şimdilik ikincisi.

Atölyeme döndüğümde kapıda bir yazı buldum: “Geçici el koyma.” Kilit vurulmuştu. Körüklü makinem içerideydi, cam levhalarım, büyütücüm, gümüş banyolarım. Cebimde üç beş kuruş kaldı. Evde sobaya attığım odunların sesi kısık çıktı.

O günler böyle geçti: Postanede kıyas, mühür, “uygundur.” Ben evde kâğıda bakıyorum, yeşil yok. Sokakta insanlar aynı havayı soluyor ama sanki herkesin içinde küçük bir perde asılı. Perde, biri çekinceye kadar inmeye devam ediyor.

Bir akşamüstü, kahvenin önünden geçerken kasabın çırağı kendi kendine konuşuyordu: “Etiketlerdeki beyaz bugün bana daha sıcak göründü.” İçeriden birisi, “Gözün yorulmuştur,” dedi. Çocuk sustu. Afiş ezberleyen kız, artık harflerin gölgesine daha uzun bakıyordu. Yaşlı kadın, tezgâhta nane aldı. Herkes susuyordu. Söylenmeyen şey, kışın nefesi gibi aramızdan geçiyordu.

Sonra bir sabah, kapım çalındı. İki memur. “Atölye mühürlü, içeride kaldığın görüldü.” “Ben içeride değilim,” dedim. “Dışarıdayım.” “İçeride olduğun günler için ceza yazıldı,” dediler. “İmza.” Kalemi elime verdiler. İmzaladım. “Makine, cam levhalar, kimyasallar…” saymaya başladılar. Hepsine el koydular. “Bunlar devlet malı sayılır,” dediler. “Usul budur.” Cümleleri kısa, yüzleri sabitti. İçimdeki tını bir an kıpırdadı, sonra yine sessiz kaldı. Yoksulluk, bir gölge gibi eşiğin altından içeri girdi; yerini buldu, oturdu.

İshak, o gün akşamüstü yanıma uğradı. Gözleri daha da yorgundu.

— Benim de başım belaya girdi, dedi. — Çerçeve meselesi büyüdü. “Gaflet” yazdılar dosyama.
— Seni koruyacak kimse yok mu?
— Olur da, herkes kışı bekliyor. Kış, çoğu suçu örter. Bazılarını büyütür.

— Niye o kıymığı verdin bana, İshak?
— Çünkü bazen insan, bir harfin omzunu eğmek ister. O eğiklik, birinin içindeki düz çizgiyi sarsar. Sarsılsın istedim.
— Bedeli?
— Bedeller bazen peşin gelir, dedi. — Bazen veresiye. Benimki peşinmiş.

Ertesi hafta İshak’ı gördüm. Postanenin önünde değil; karakol avlusunda. Kolunda bir yük, yüzünde bir çizik. “Sürgün,” dediler. “Gidiş var.” Nereye olduğunu sormadım; bazı sorular cevapsız daha ağırdır. Göz göze geldik. “Bazen içim mühür tutmaz,” demişti ya; şimdi gözlerinde yalnızca soğuk bir rüzgâr vardı. Elini kaldırdı, indirdi. O kadar.

Ben de taşındım. Kasanın arkasında bir oda buldum. Penceresi küçük, camı eski. Camın buğusuna parmağımla bir çizgi çektim. Camın ardında kar; camın üstünde ben. İkisine birden bakınca, içimde bir şey yerine oturdu, daha doğrusu hiç yerinden kıpırdamadı. Dışarıdan hoparlör yoktu ama belediye katibinin sesi sanki hâlâ meydandaydı: “Mühür esastır.”

Bazen geceleri, cebimde kalan son kâğıtları çıkarıp bakıyorum. Hepsi resmî beyaz. Ama hepsinde benim bildiğim başka bir şey de duruyor: Kâğıdın kenarında, çıplak gözle güç seçilen, suyun kestiği yerlerde çok ince bir damar. Ona bakınca koku geliyor, nane gibi. Koku gelince görüntü kıpırdıyor. Görüntü kıpırdayınca akıl susuyor. Bu, benim için gerçek.

Bir gün pazarda aynı küçük kızı gördüm. Postanenin önündeki eski afiş artık orada değildi; ama kız, duvarda kalmış soluk izlere baktı, parmağıyla hayalî harfleri yokladı. Yanına yaklaştım.

— Harfler sana nasıl görünüyor? dedim.
— Sanki biraz yumuşak, dedi. — Ama belki gözlerim yorgundur.
— Belki, dedim. Başını okşamadım. O, kendi başını taşımayı iyi biliyordu.

Yoksulluk, insanın sesini kısar. Ses kısılınca, içeride başka sesler duyulur. Benim içimdeki ses, “Yeşil,” diye fısıldar. “Buradasın.” Sonra susturulur. Mühür, kâğıt, kıyas… Hepsi yerli yerinde.

Bir akşamüstü, postanenin önünden geçerken, duvarda yeni bir yazı gördüm: “Kıyas kâğıdı yenilenmiştir.” Altında tarih. İmza. Mühür. Yeni kıyas kâğıdı asılmıştı. Ötekinden daha sert, daha beyaz. “Beyaz budur.” Harfler dimdik. Omuzları dümdüz. Eğiklik yok. İshak yok. Eski çerçeve yok. Benim atölyem yok.

Eve döndüm. Elimde kalan tek şey birkaç boş kâğıt, kırık bir lens parçası, bir de ot kokusu. Sobanın yanında oturdum. Büyütücüyü açmadım. Mum yakmadım. Pencereye yürüdüm. Camın buğusuna parmağımla bir çizgi daha çektim. Camın ardında kar; camın üstünde ben. İkisine birden bakınca başım dönmedi. Sadece anladım: Bazı şeyler kâğıda düşmez. Bazı şeyler, düşse bile orada kalamaz. Bazı şeyler insanın içindeki odada asılı kalır. Kapısı kilitli bir oda; anahtarı yok, ama kokusu var.

Sonra kapı çalındı. Küçük bir zarf. İçinde tek bir kâğıt: “Atölye devri kesinleşmiştir.” Bir satır daha: “İlgili şahsın taşra dışına çıkması uygun görülmemiştir.” Altında bir mühür daha. “Uygundur.” Kâğıdı masaya bıraktım. Masanın üstündeki toz, çizgiler hâlinde duruyordu. Parmağa yapıştı.

Kış uzadı. Kar, günlerce hep aynı notada yağdı. Yürürken ayağımın altında çıtırtı yerine hafif bir hışırtı duydum; belki de bana öyle geldi. Kasabın çırağı, dükkânın camını sildi. Camın ardında etler beyaz; camın üstünde o. “Bugün ışık daha farklı,” dedi kendi kendine. “Belki hava.” “Belki,” dedim içimden.

Postanenin önünden son bir kez geçtim. Kıyıda köşede eski kâğıt parçaları, mühür izleri, buruşuk ilanlar vardı. Bir taşın üstüne oturup bekledim. Ne olacağını bilmeden. Uzaktan bir kadın geçti; elinde nane. Kokusu rüzgârla bana geldi. Koku geldi, görüntü kıpırdadı. Olduğu gibi değil; olması gerektiği gibi de değil. Sadece olduğu kadar.

Benim hikâyem burada bitmiyor, ama kâğıtta devam etmiyor. Atölyem yok. İshak yok. Kıyas kâğıdı daha sert. Mühür daha hızlı. Ben daha sessizim. Yine de bazen, sabahın çok erken saatinde, herkes uykudayken, sokak buz kesmişken, karın üstüne eğilip bakıyorum. Gözümü kırpmadan. Beyazın içinden, kimseye anlatamadığım o ince tını yükseliyor. Adını söylemiyorum. Kendi kendine gelir, kendi kendine gider. Kâğıtta kalmaz. İnsan, bazı şeyleri yalnız görür. Görür ve taşır. Ben de öyle yapıyorum.

Bir gün, belki, o küçük kız büyür; bir camın buğusuna parmağıyla çizgi çeker. “Camın ardında kar; camın üstünde ben,” der. Sonra susar. Susarken anlar. Anlayınca kokuyu alır. Koku gelince görüntü kıpırdar. Görüntü kıpırdayınca akıl susar. O an, kâğıt olmasa da olur. Çünkü bazı hakikatler mühür tutmaz.

Ben yine yürürüm. Kar yağar. Mühür vurulur. Kıyas asılır. Ben bakarım. İçimdeki yeşil konuşmak ister. Konuşamaz. Ama var. Var olduğu için ağırdır. Ağır olduğu için gerçektir. Ve bu, bu kasabada, bu kış boyunca, benim payıma düşen tek zenginliktir.

 

 

 

 

 

Share
Tweet
Pin
Share
No yorum

 



 


Giriş: Rüyada geçen bir günle, uyanık geçen bir günün ağırlığını tartmak istersek, elimizde kalan sadece zamanın tuhaflığı olur. Rüya, henüz vuku bulmamış bir gerçeklik mi, yoksa baştan kaybedilmiş bir simülasyon mu? Uyandığında “bu sadece bir rüyaydı” diyen kişi, aslında hangi evrenin kapısından dönmüştür? Rüyalar yaşanmadı mı, yoksa gerçekliğin bir başka türü mü?

Rüya, uyanık hayatın otoritesini sarsar. Uyanıkken “hayır, bu olamaz” dediklerimiz, rüya âleminde hiç sorgulanmaz; bir anda uçabiliriz, ölebiliriz, hayatta yeniden doğabiliriz. “Mantık” kelimesi, rüyanın kapısında anahtarını kaybeder.

Rüyalar hakkında konuşmadan önce; bahsedilmesi gereken ilke açıkça şudur: Algılanan her şey, ancak ve ancak algılanma sürecinin sonucunda “var” sayılır. Yani, gerçek dediğimiz herhangi bir şeyin kendisine asla doğrudan ulaşamayız; biz, sadece onu “algılamış” oluruz.

Bu durum, gerçekliğe dair tüm iddialarımızı baştan sakat bırakır. Şöyle ki, dış dünyada gerçekten var olduğuna inandığımız her şey, ilkin duyu organlarımızdan geçer - bir ses dalgası kulakta, bir ışık tanesi retinada titreşir. Oysa bununla bitmez; daha yolun başında olan bu bilgi, zihnin karanlık laboratuvarında, deneyimlerin, beklentilerin ve yorumların süzgecinden bir kez daha geçirilir. Sonuçta elde ettiğimiz şey ise “gerçek” değil, bizim için, bizim zihnimizde anlam kazanan bir varlık olur.

Gerçekliğin kendisine, algıdan bağımsız ve saf haliyle hiçbir zaman temas edemeyiz; her şey, ister rüya ister uyanıklık halinde olsun, mutlaka bir yorum, bir çarpıtma ve bir filtrelemenin ürünüdür. Kısacası, “hakikat” olarak sunduğumuz şey, aslında algının ve yorumun ortak yapıtıdır. İşte bu yüzden, rüyalarla gerçekler arasındaki sınırı kesin çizgilerle ayırmak imkânsız hale gelir; çünkü her ikisi de aynı atölyede üretildikten sonra, biz onlara “var” adını veririz.

Belki de insanın en büyük yanılgısı, algılanan şeyin gerçekliğe birebir denk düştüğüne inanmasıdır. Oysa hakikat, çoğu zaman duyu ve zihin süzgecinden geçerken şekil değiştirir; böylece gördüğümüz bir rüya ile yaşadığımız bir günü birbirinden mutlak olarak ayırmamızın hiçbir kesin yolu kalmaz.

Yani demem o ki uyanıkken gördüğümüz rüyalara gerçek, hakikat diyoruz.

Dahası, rüyalarda hissettiğimiz korku, mutluluk, şaşkınlık gibi duygular, çoğu zaman uyanıkken yaşadıklarımızdan daha yoğun ve daha gerçektir. Burada sorulması gereken temel soru şudur: Deneyimin “gerçekliği” nedir? Eğer bir deneyim, bedende ve zihinde iz bırakıyor, hatırlanıyor ve davranışlarımızı etkiliyorsa, onu uyanıkken mi yoksa rüyada mı yaşadığımızın bir önemi kalır mı?

Bir adım daha ileri giderek şunu söylemek gerekir: Hakikatin kendisi, zihnin ürettiği imgelerle sınırlıysa; o zaman rüya, gerçekliğin öteki yüzü mü, yoksa aynı madalyonun başka bir yüzü mü? Belki de gerçekliğin en saf hali, uyanıkken ya da uykudayken yaşadıklarımız arasında bir tercih yapmayı reddeder; her ikisini de deneyimin farklı bir biçimi olarak kabul eder.

Yazı tura gibi. Uyanınca “gerçeklik” dediğimiz paranın hangi yüzüne düştüğümüzü ilan ediyoruz. Ama rüya esnasında ikisi de mümkün: hem yaşıyoruz, hem ölüyoruz; hem mutluyuz, hem acı çekiyoruz. Rüya geçmişe geçince, bir sonucu olmuş oluyor ve rüya sizin sıkıştırılmış gerçekliğinizden çıkıyor.

Tüm bu bulanık sınırları hesaba kattığımızda, klasik felsefi soruya ulaşırız ve Descartes’ın “Rüya Argümanı”nı hakkında konuşmaya hak kazanmış oluruz: Eğer rüyada olduğumuzu, ancak uyandığımızda anlayabiliyorsak, hâlihazırda yaşadığımızın bir rüya olmadığını nasıl ispatlayabiliriz?

Hangimiz rüyada mantıklı bir zaman akışı olduğunu hatırlıyor? Belki de rüya ve gerçeklik ayrımı yapmakta en başarılı argüman bu:  Eğer belleğimde, çevremdeki başkalarının belleğinde ve dünyanın kendi akışında tutarlı bir süreklilik varsa, içinde bulunduğumun bir rüya değil gerçeklik olduğunu ispatlamış olurum. (Tabii burada çevremdeki başkalarının da gerçek olduğunu, benim gibi sorgulama, düşünme hatta hakikati arama gibi olaylar gerçekleştirdiklerini varsayıyoruz)

Eğer yaşamımım bir rüyaysa rüyamda gördüğüm rüyadan uyandığımda onun bir rüya olduğunu anlayabilirim daha fazlası ise…

 

  

Rüyada Cenin Pozisyonu: Anne Karnına Dönüşün Arzusu

Uykunun derin, karanlık ve belirsiz sularında, istemsiz bir refleks gibi kıvrılır bedenimiz. Dizlerimizi karnımıza çeker, başımızı göğsümüze doğru eğip küçücük bir dünyaya sığmaya çalışırız. İşte bu anda, belki de içimizde saklı kalmış en eski hafızanın tekrar sahnelenişine tanıklık ederiz: Anne karnındaki güvenli ve korunaklı varoluşumuza dönüş arzusu.

Freud, rüyaların ve bilinçdışının, unuttuğumuz ya da unutmak istediğimiz gerçekleri yüzeye çıkardığını söyler. Cenin pozisyonu da bilinçdışımızın, bizi hayata bağlayan en temel anımıza çağrısı olabilir. Rahatlığın, güvende hissetmenin ve korunmanın mutlak olduğu o başlangıç anına dönmek, tüm belirsizliklerin ve tehditlerin uzak olduğu yere kaçmak gibidir. Bedenimizin bu pozisyonu, belki de hayatın karmaşasına karşı bir itirazdır: Buradayım, ama aslında daha önce başka bir yerdeydim; buradayım, ama aslında güvende olduğum yer, hafızamda saklı.

Rüyaların içinde "ben" dediğimiz kişi, çoğu zaman kim olduğundan emin değildir. Kendimize dışarıdan bakar gibi, başka biri gibi görünürüz bazen. Rüyada cenin pozisyonunu alan da belki bu yüzden "ben" değil, içimizdeki o eski ve derin varlıktır. Bizi şekillendiren ve sonsuza kadar içimizde taşıdığımız ilk anıya tutunan "ben"dir. O halde soralım kendimize: Uykuda anne karnını özleyen, yeniden doğmak isteyen bu beden mi, yoksa bilinçdışımızın karanlık sularında kendini korumaya çalışan ruhumuz mu?

Belki de her gece, cenin pozisyonuna döndüğümüzde, özlediğimiz anne rahmini tekrar yaratırız. İstemsizce güven duygusunu, dış dünyaya karşı kapattığımız bedenimizin içinde yeniden deneyimleriz. Bu durum bizi bir adım daha ileri taşır: Belki de hayat dediğimiz şey, hiç bitmeyen bir anne karnından çıkış hikâyesidir. Her gece yeniden döndüğümüz o başlangıç noktası ise bizi hep kendine çağıran, ama asla tamamen kavuşamadığımız bir gerçekliktir.

Uyanmak, işte tam da burada önem kazanır. Gözlerimizi açtığımız an, anne karnından tekrar çıkar gibi yeniden doğarız dünyaya. Her uyanışımız, hafızamızda saklı anne rahmini terk etmek demektir. Belki de bu yüzden uyanmak biraz hüzünlüdür; bilinçdışımızın kollarında bulduğumuz güveni tekrar kaybetmek gibidir.

Öyleyse şunu düşünelim: Belki de cenin pozisyonunda yatan biz değilizdir; belki uyurken içimizde uyanan bir başkasıdır. Belki de rüyada "ben" dediğimiz, bilinçdışımızın karanlık odalarında hala doğmayı bekleyen başka biridir.

Hangisi gerçek "ben"? Uyuyan mı, uyanan mı, yoksa rüya gören mi?

Belki de cevabını hiç bilemeyeceğimiz sorular vardır. Biz yine de, her gece içimizdeki bilinmeyen bir dünyanın kapılarını aralar ve oraya sessizce kıvrılırız. Anne karnının sıcaklığında yeniden şekillenmek umuduyla, kendi bilinçdışımızın koynuna döneriz. Sonra sabah olur, gözlerimizi açar ve yeniden "gerçek" dünyaya doğarız; ta ki bir sonraki gece tekrar kendimizi özleyene kadar…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rüyada “Ben” Kimdir?

Rüyada bazen kendim oluyorum, bazen bir başkası.
Bazen bana hiç benzemeyen birinin gözünden bakıyorum kendime.
O an hangisi “ben”?

Yatakta yatan vücut burada, rüya gören zihin ise orada;
Birbirini tanımıyorlar.

Sabah uyanınca, hangisi bendim diye düşünüyorum.
Bazen rüyadaki o garip adam mı,
Yoksa hâlâ burada, yatağın ucunda oturan kişi mi?

Belki de hepsi biraz “ben”.
Ya da hiçbiri.

Kimlik dediğimiz şey, uyanıkken bile bu kadar sabit değilken,
Rüyada kırılganlığın şahikası oluyor.
O yüzden, sabah gözlerimi açınca bazen kendi adımı bile tekrar etmek zorunda kalıyorum.
Bu gece hangi “ben” görecek rüya,
Hangisi uyanacak, bilmiyorum.

Freud, Rüya Yorumu, rüyaları arzu doyumu olarak tanımlar. Ona göre, rüyanın temel aktörü, bilinçdışında saklı kalan dürtülerin ve bastırılmış arzuların bir tür tiyatral temsili olan rüya-öznesidir. Burada rüyadaki özne, bazen gerçek benliği, bazen de benliğin parçası olan farklı figürleri (anne, baba, çocuk, yabancı) üstlenebilir. Freud’a göre, rüyadaki ben çoğu zaman kendi arzularından ve korkularından bihaberdir; sembollerle, dolaylı ifadelerle kendini açığa vurur.
Rüyada ben, bilinçli hayatın akılcı, tutarlı öznesi olmaktan çıkar; çok katmanlı, bölünmüş ve çoğu zaman kendisine bile yabancılaşmış bir varlığa dönüşür. Freud’un tanımıyla, rüya-öznesi, bastırılmış arzuların ve içsel çatışmaların taşıyıcısıdır.

Lacan ise, özneyi dil ve arzu üzerinden okur. Lacan’a göre rüya, bilinçdışının dil gibi örgütlendiği bir düzlemde ortaya çıkar. Burada özne, kendini rüyada çoğu kez bir açık adres olarak bulmaz; özne, kendisiyle arasına bir mesafe girer. Rüya sırasında kişi bazen eyleyen, bazen izleyen, bazen de dışarıdan bir bakışla kendi varlığını sorgulayan bir pozisyondadır.
Lacan’ın ayna evresi kuramına göre, çocuk ilk kez kendisini bir bütün olarak aynada gördüğünde bir özne olarak kurulur. Rüyada ise bu bütünlük dağılır; rüya, özneyi hem kendiyle hem de arzularıyla yabancılaştırır. Rüya anlatısı, çoğu zaman birinci tekil şahıs üzerinden kurulsa da, bu “ben”in kim olduğu, rüyanın akışı içinde kaygan ve değişkendir. Lacan’a göre rüyada özne, bilinçdışının sembolik düzeniyle karşılaşır; burada ben olarak konuşanla, arzunun gerçek sahibi her zaman aynı değildir.

Felsefi açıdan, rüyada özne problemi, Descartes’ın ünlü düşünüyorum, öyleyse varım önermesinin sınırlarını da zorlar. Uyanıkken ben dediğimizde, süreklilik ve tutarlılık talep ederiz; fakat rüyada, özne çoğu kez parçalanır, çoğullaşır ve hatta bazen tümüyle silinir. Rüyada ben olarak deneyimlediğimiz şey, bir bakıma, bilinçli öznenin bir maske takmış, rol değiştirmiş hali olabilir.

Rüya, öznenin kırılganlığını ve sınırlarının geçirgenliğini en açık biçimde ortaya koyar.

 

 

 

Zamanın Akışı: Uykuda ve Uyanıkken

Uyanıkken zaman, ardışık ve ölçülebilir bir süreçtir. Modern bilinçte zaman, saatler ve takvimler aracılığıyla düzenlenen, nedensellik ve süreklilik hissiyle birleşen doğrusal bir akıştır. Ancak uykuya, özellikle de rüya görme aşamasına geçildiğinde, zaman algısında radikal bir değişim meydana gelir.

Rüyalarda Zaman Deneyimi
Rüyalarda zaman, uyanık halde yaşanan zamansal düzenle taban tabana zıttır. Rüya sırasında, olaylar çoğu zaman ardışık bir sıraya sahip değildir; başlangıç ve son, geçmiş ve gelecek birbirine karışabilir. Rüya içeriği bazen birkaç dakika süren gerçek zamana sığarken, rüya öznesi için yıllar veya bir ömür kadar süren bir deneyim yaşanmış gibi hissedilebilir.
Bu yoğunlaşma ve yer değiştirme, Freud’un Rüyaların Yorumunda vurguladığı rüya mekanizmalarının temelindedir. Freud’a göre, rüya zamanı sıkışır ve olaylar ardışık bir sıradan çok, bir tablo gibi bir arada sunulur.

Döngüsellik ve Sonsuzluk
Rüyadaki zaman, yalnızca doğrusal yapısını değil, aynı zamanda döngüselliğini de kaybeder. Rüya sahneleri sıklıkla tekrar eder, olaylar kendi üzerine katlanır, geçmiş bir an ile gelecek bir olay bir arada yaşanır. Bu döngüsellik, Nietzsche’nin ebedi dönüş fikrini andırır: rüya içinde zaman, sürekli kendini yineler ve özne, her defasında aynı sahneyi farklı anlamlarla deneyimleyebilir.
Heidegger’in zaman anlayışı da rüyadaki döngüsellikte yankı bulur; çünkü burada “şimdi”, geçmiş ve geleceğin sürekliliğinden kopar ve özne, bir anın içinde sıkışıp kalabilir.

 

 

Rüyaların Dili: Simgeler, Metaforlar, Sessizlik

Rüyalar, dile getirilemeyeni dile getirme çabasıdır. Bu dil, uyanık bilincin açık ve doğrudan anlatımından farklıdır; semboller, metaforlar ve hatta sessizliklerle örülü bir anlatıya sahiptir. Rüyanın kendine özgü dili, bilinçdışı süreçlerin karmaşık doğasını görünür kılmaya çalışan alegorik bir yapıya dönüşür.

Rüya Dili ve Sembolizmin Önemi
Rüyalar, Freud’un tanımıyla bilinçdışının kral yoludur. Freud’a göre, bilinçdışında bastırılan dürtüler, arzular ve korkular doğrudan ifade edilemez; bu yüzden simgesel ve metaforik bir anlatıma ihtiyaç duyarlar. Rüyada gördüğümüz nesneler, kişiler ve olaylar, genellikle gerçek anlamlarından sıyrılıp simgesel işaretlere dönüşürler. Örneğin Freud, sıkça tekrarlayan sembollerin belirli bilinçdışı içeriklere işaret ettiğini savunmuştur. Ona göre, rüya dili, sansür mekanizmasının da etkisiyle dolaylı ve örtülü bir iletişim aracıdır.

Jacques Lacan, rüyaların dil gibi yapılanmış olduğunu vurgular. Lacan’a göre bilinçdışı dilin yapısına sahip olduğu için, rüya içeriği simgeler ve metaforlardan oluşur. Lacan’da metaforlar rüya dilinin ana araçlarıdır. Bu durumda rüyaların dili, dilin kendisinden bağımsız değildir; tam tersine, bilinçdışındaki arzular ve korkular dil üzerinden yapılanır ve rüyada dilin ötesinde ama yine de dilin içinde ifade bulur.

Jung ve Kolektif Bilinçdışında Rüyalar
Carl Gustav Jung, rüya diline dair kavramsallaştırmasını, Freud’dan önemli ölçüde farklı bir zemine oturtur. Jung’a göre rüyalar, kişisel bilinçdışından çok daha derin ve evrensel bir bilinçdışı alanından kaynaklanır: bu, kolektif bilinçdışıdır. Kolektif bilinçdışı, tüm insanlığın ortak hafızası ve sembolik arşividir; burada, arketipler olarak adlandırılan evrensel simgeler ve motifler bulunur.

Jung’a göre rüyalar, bu arketipleri ve evrensel sembolleri bilinç yüzeyine çıkarır. Örneğin, “kahraman”, “anne”, “gölge” gibi semboller, kültür ve zaman fark etmeksizin birçok rüyada ortak anlamlara sahip olabilir. Bu semboller, insan ruhunun temel ve ortak meselelerini temsil eder; ölüm, doğum, yeniden doğuş, dönüşüm gibi temaları işaret eder. Jung’a göre rüyadaki semboller sadece bastırılmış kişisel arzuların ifadesi değildir; aynı zamanda bireyin ruhsal gelişimine ve bilinçlenme sürecine işaret eden derin mesajlar taşır.

 

  

Gerçekleşmeyen Hayaller: Rüyada Arzu ve Korku

Rüyalar, bilinçdışı arzuların ve korkuların yüzeye çıktığı birer sahne gibidir. Uyanık halde, toplumsal baskılar, ahlaki normlar ve kişisel bilinçdışı çatışmalar nedeniyle ifade edilemeyen arzular, rüya alanında özgürce biçimlenir ve kendilerine simgesel bir anlatım bulur. Rüyalar, bu bastırılmış arzuları ve korkuları ortaya çıkararak, bireyin iç dünyasının saklı köşelerini açığa vurur.

Rüyalarda Ortaya Çıkan Bastırılmış Arzular
Freud, rüyaları temelde arzu doyumu olarak tanımlar. Ona göre rüyaların temel işlevi, bilinçdışında bastırılmış arzuların sembolik olarak tatmin edilmesidir. Bu arzular, kişinin uyanık yaşamında kabul edilemez veya gerçekleştirilemez olan istekleridir. Rüyalar, bu arzuları dolaylı yollarla ve çoğunlukla simgesel bir dil kullanarak ifade eder; böylece özne, arzularını güvenli ve sansürlenmiş bir biçimde yaşayabilir.

Freud'a göre, rüyalar iki temel süreçle şekillenir: "yoğunlaşma" ve "yer değiştirme". Yoğunlaşma, birçok farklı arzu ve düşüncenin tek bir sembolde birleşmesini ifade ederken, yer değiştirme ise asıl arzunun veya kaygının, önemsiz görünen başka bir nesneye veya duruma aktarılmasıdır. Bu mekanizmalar, bastırılmış arzuların doğrudan ifade edilmesini engeller ve böylece rüyada arzular, karmaşık ve üstü kapalı bir dilde sahnelenir.

Kâbuslar ve Rüya Yoluyla Yüzleşmeler
Kâbuslar, rüyaların arzular kadar güçlü bir başka boyutu olan korkularla ilgilidir. Korkular da tıpkı arzular gibi, bilinçdışı alanda bastırılır ve rüyalar aracılığıyla dışa vurulur. Kâbuslar, bireyin yüzleşmekten kaçındığı, bastırdığı veya inkar ettiği korkuların ve travmatik deneyimlerin simgesel yansımalarıdır. Bu tür rüyalar, Jung'a göre bireyin kendi gölgesiyle karşı karşıya gelmesini sağlayarak, psikolojik gelişim ve bütünleşme için fırsatlar yaratır.

Freud ise kâbusları, bastırılan arzularla birlikte ortaya çıkan iç çatışmaların ve kaygıların belirtisi olarak yorumlar. Kâbuslar, kişinin sansür mekanizmasının başarısız olduğu anlarda, bilinçdışının doğrudan ve güçlü biçimde yüzeye çıkışı olarak görülebilir. Bu tür rüyalar, bireyin gerçeklikle ya da kendi iç dünyasıyla yüzleşmek zorunda kaldığı sahneleri canlandırır. Dolayısıyla kâbuslar, sadece korkutucu değil, aynı zamanda derinlemesine analiz edildiğinde aydınlatıcı ve iyileştirici olabilirler.

 

 


 

Rüya Gören Hayvanlar: İnsan ve Doğa Arasında

İnsan bilincinin en gizemli ve karmaşık yönlerinden biri olan rüyalar, aynı zamanda insanın doğa ve hayvanlarla ortak kökenini sorgulatan önemli bir alan oluşturur. Rüya görmek, yalnızca insanlara ait bir özellik midir, yoksa hayvanlar da rüya görür mü?

Hayvanlarda Rüya
Günümüzde bilimsel veriler, özellikle memeli türlerinin çoğunun rüya gördüğüne dair güçlü kanıtlar sunmaktadır. Örneğin, kedi, köpek, fare ve primatlar üzerinde yapılan EEG çalışmaları, bu hayvanların uyku sırasında REM evresi geçirdiklerini göstermiştir. Bu evre, insanlarda açık biçimde rüyaların görüldüğü uyku aşamasına karşılık gelir.

Bilimsel açıdan REM evresi, beynin uyanıklık durumuna benzer bir aktivite gösterdiği, ancak vücudun kas aktivitesinin geçici olarak baskılandığı bir süreçtir. Bu dönemde bazı hayvanlarda ayakların hareket etmesi, ses çıkarma ya da ani refleks hareketler gibi davranışlar da gözlemlenir. Bu durumlar, hayvanların rüya gördüğüne işaret eden dolaylı fakat güçlü kanıtlardır. Ancak hayvanların rüyalarının içeriği, niteliği ve bilinç düzeyi, insan rüyalarıyla karşılaştırıldığında felsefi açıdan hâlâ derin bir soru işareti olarak kalır.

Felsefi perspektiften bakıldığında, Thomas Nagel'in ünlü sorusu gündeme gelir: "Bir yarasa olmak nasıl bir şeydir?" Bu soru, öznel deneyimlerin hayvanlar açısından anlaşılabilir olup olmadığını sorgular. Nagel, hayvanların bilinçli deneyimlerinin insanlarca tam anlamıyla kavranamayacağını, rüya deneyimlerinin de bu bilinemezlik alanında olduğunu ifade eder. Hayvanların rüya gördüğünü kabul etmek, onların iç dünyasının zenginliğini ve bilince sahip olduklarını ima ederken, rüyaların içeriği ve anlamı hakkında bir kesinlik sağlamaz.

İnsan-Rüya İlişkisine Biyolojik Bakış
Biyolojik açıdan, rüyalar, beynin evrimsel gelişimiyle yakından ilişkilidir. İnsanlarda olduğu gibi, hayvanlarda da rüya görmenin temel amacı, belleğin pekiştirilmesi, öğrenmenin güçlendirilmesi ve duygusal süreçlerin yönetimi olarak düşünülür. Evrimsel psikolojiye göre, rüyalar, avcı-toplayıcı dönemden beri tehditleri ve çevresel bilgiyi işlemek için bir araçtır. Rüyaların, hayatta kalmaya yönelik bir adaptasyon olduğunu savunan bu görüş, rüya gören hayvanların da aynı biyolojik mekanizmaları paylaştığını öne sürer.

Örneğin, fareler üzerinde yapılan çalışmalarda, gün içinde öğrenilen labirentlerin, rüya sırasında yeniden tekrarlandığını gösteren nörolojik bulgular elde edilmiştir. Bu durum, rüyaların biyolojik işlevinin insanlara özgü olmadığına, biyolojik olarak ortak evrimsel köklere sahip olduğuna işaret eder.

Biyolojik ve evrimsel perspektiften bakıldığında, rüyaların varlığı ve işlevi, insanın doğayla olan ortak bağını vurgular. İnsan rüyaları, karmaşık dilsel ve sembolik yapısıyla evrimsel olarak daha gelişmiş bir biçime sahip olabilir, ancak biyolojik temel açısından bakıldığında, insan ve hayvanlar arasındaki ayrımın daha bulanık olduğu söylenebilir.

 

 

 

Gerçekliğe Dönüş: Uyanmak Ne Demektir?

Uyku ve rüyadan uyanmak, sadece gözlerin açılmasıyla sınırlı değildir; aynı zamanda öznenin kendisini ve dünyayı yeniden keşfetmesi, bilinçdışı süreçlerin hakim olduğu bir dünyadan, bilinçli algının hüküm sürdüğü bir gerçekliğe dönüşüdür. Fakat bu gerçek dünyaya dönüş, felsefi açıdan sorgulamaya açık, bir durumdur. Çünkü uyanış deneyimi, çoğunlukla kişinin gerçekliğe dair farkındalığının sorgulandığı bir an olarak belirir.

Uyanış ve Farkındalık
Uyanmak, temel anlamıyla bilinç durumunun değişimidir. Uyku ve rüya halindeyken bilincin sınırları bulanıklaşır, gerçeklikle olan bağlar zayıflar, zaman-mekân ilişkisi çözülür. Uyanış anı, bilincin bu dağınık durumdan çıkarak tekrar bütünlüklü bir özne konumuna geçişidir. Bu geçiş, öznenin kendisi, kimliği ve dünyayla ilişkisi üzerine ani bir farkındalığı beraberinde getirir. Fenomenolojik açıdan bakıldığında, uyanmak; bilincin yeniden bir beden, çevre ve dünya içinde konumlanarak kendi varoluşunu yeniden tanımasıdır.

Edmund Husserl’in fenomenolojisi, bilincin kendisini "şimdi" ve "burada" konumlandırması olarak uyanış deneyimini vurgular. Bilinç, rüyadan uyandığı anda, gerçekliğin keskinliğiyle karşılaşır ve dünyanın verili yapısını yeniden kurar. Böylece uyanış, gerçeklikle olan ilişkinin yeniden tesis edildiği ve dünyaya dair farkındalığın ortaya çıktığı bir tür yeniden doğuştur.

“Gerçek” Dünyaya Dönmek Mümkün Mü?
Fakat felsefi ve psikanalitik bir perspektiften ele alındığında, "gerçek" dünyaya tam anlamıyla dönmenin mümkün olup olmadığı sorgulanır. Freud’a göre bilinç, hiçbir zaman saf bir gerçeklik deneyimine sahip değildir. Gerçeklik her zaman bilinçdışı süreçlerle iç içedir ve bu nedenle rüya ve uyanıklık durumları birbirlerinden tamamen ayrılamaz. Freud, rüyaların bilinçdışının baskısından kurtulmanın mümkün olmadığını, bilincin her zaman rüya kalıntıları tarafından etkilenmeye devam ettiğini ileri sürer.

Lacan’ın perspektifinden bakıldığında gerçek, sembolik ve imgesel düzenin dışında kalan, hiçbir zaman doğrudan ulaşamayacağımız bir alan olarak tanımlanır. Lacan’a göre insanın gerçeklikle ilişkisi her zaman dolaylı ve eksiktir; bu nedenle uyanmak, gerçeklikle tam anlamıyla buluşmak değil, onu sembolik olarak yeniden yapılandırmaktır. Bilinç, sembolik dil ve imgeler aracılığıyla gerçekliği ancak dolaylı olarak deneyimleyebilir. Böylece uyanmak, gerçekliğe değil, onun dilsel ve sembolik temsiline dönüştür.

Platon’un ünlü mağara alegorisi de, uyanış deneyimine felsefi bir yorum getirir. Alegoride, mağaranın içinde gölgelerle yaşayan insanlar, dış dünyaya çıkıp güneşi ve gerçek varlıkları gördüklerinde, gerçeğe uyanmış olurlar. Bu metaforda uyanmak, bilinç ve bilgi seviyesinde bir aydınlanma, gerçek dünyanın varlığını keşfetme süreci olarak temsil edilir. Ancak Platon bile, gerçekliğin doğrudan kavranmasının zor ve acı verici olduğunu vurgular.

Gerçek dünyaya dönmek mümkün görünmese de, uyanmak; insan bilincinin dünyayı, kendini ve varoluşunu sürekli olarak yeniden keşfetme sürecinin bir parçasıdır. Bu anlamda uyanış, gerçeğe kesin bir dönüşten ziyade, sürekli devam eden bir bilinçlenme ve yorumlama eylemidir.

Share
Tweet
Pin
Share
No yorum



İnsan, yaratılmışların en değerlisi daha doğru deyişle en gerçeği.

GİRİŞ: İnsan, Biz ve ben

Basit bir tanımlama yaparak insanı düşünebilen şey olarak ifade edebiliriz. Biz ise düşünebilen şeyler topluluğu olarak tanımlanır doğal olarak. Ancak tam bu noktada kendimize şunu sormalıyız ''senin düşündüğünden nasıl emin olabilirim'' yani demem o ki kendi zihnimi kullanarak nasıl olurda senin de zihninin olduğundan emin olabilirim. Ya tüm bunlar bir aldatmaca, zihnimin eseriyse ya senin ortaya koyduğun her şey zaten benim zihinim bir parçasıysa ve ben bunu benden ayrı sanıyorsam. Tüm bu sorular yanıtlanmadan senden emin olamam böylece bizden emin olamam. Biz sadece sanal bir ifadeden ibarettir. Ben yani varlığından şüphe duymadığı tek süregelebilen çünkü ben şüphe duyduğundan emin olduğum tek tekilim. Senin içinde durum benzer sen de asla benim gerçekliğimden emin olamazsın tabii benden ayrıysan, hem ben hem de bizsek. Tüm bu topluluk sorunsalına rağmen insanlık hakkında bir kaç toplumsal tanımlama yapılabilir çünkü biz varsayımı yani benim ve benle bağımlı şeyler kümesi madden etkileşmektedir.

ANKSİYETE

Kitaplardaki en basit tanımı yaklaşmakta olan tehdit unsuruna karşı duyulan korku halidir. Neresinden incelenirse elimizde kalan hastalıklı bir haldir. Yaklaşmakta olan hallerin tamamını zihnimizde depo edemeyeceğimizden ve bu hallerin sonuçlarını sonsuza kadar ilerleyen zaman içerisinde evrilişini hesaplayamayacak olmamız dahi anksiyete doğurmaktadır. Ve tüm bu durum karmaşası aynı zamanda anksiyetik halde kalmanın manasızlığını ifade etmek için yeterlidir.

Ben daha kardeşimle ekmeği kim alacak kavga ederken piramitlerin inşasında nasıl oldu da insanlık görev paylaşımı yapabildi, bana seni öldürmemem gerektiğini söyleyen de kim? Ben neden onun söylediklerine uyayım ki, cezama neden o karar versin ki? Anksiyete işte tam bu noktada doğdu; seni öldürürsem başı geleceklerden korkarım, korkarım çünkü seni öldürdüğümde o da beni öldürür. İlk kural işte tam böyle doğdu; o halde birbirimizi öldürmemeliyiz. Şehirler, insanlığı doğurdu yoksa var olamazdı. İnsanlık doğdu anksiyetem sayesinde. Beraber daha güçlü oluruz diyerek piramitleri inşa ettik. Ama nasıl olurda ben taş taşırken o sadece izler. Bu adaletsizce, ben buna uymak istemiyorum. Hayır, o biliyor; buğdayı ne zaman ekeceğimi. O biliyor! işte, tam bu şekilde doğdu onun bana karşı üstünlüğü biliyordu çünkü.

ANKSİYETE, İRADE VE ŞEHİR TRİADI

Aslan aç kalmamak için ceylanı avlar, ceylanı avlamayı seçmez bunu yapmak zorundadır. Aslanı insandan ayıran iradesidir. Aslan ceylan veya geyik arasında seçim yapmazken ben makarna ve pizza arasında seçim yaparım. Şehirde yaşamayı ya da kurallar silsilesinden uzak durmayı seçebilirim. Risk değerlendirilmesi yapıldığında ikinin birden daha güçlü olduğu ortaya koyularak şehri seçti insan. 




Share
Tweet
Pin
Share
No yorum


 

 Önce oturdular ve konuştular; geçmişi ama daha çok geleceği. Ve o tutuldu; atomun parçalanışına, yer çekimin ortadan kalkıp toprağı havalandırışına, birkaç titreşimin bu denli anlamlı olmasına. Sonra gözlerini açtı, saniyeler önce geçirdiği psikotik krizi fark etti.

 Şimdiye kadar ki yazılarımda genel çerçevede hep şunu sorduk: Bilinç nasıl oluyor da var olabiliyor, var olup olmadığından emin olamayacağımız şeyleri kavramamızı sağlıyor? Anlaşılan o ki soru kesinlikle yanlışmış. Asıl sorulası şey: Neden, bilinç denen şey neden bunu yapıyor ve hatta neden kendisini bile sorgulatıyor?

 Bernardo Kastrup tüm bu silsileyi analatik idealizm çatısında bize şu şekilde açıklamış. Evrensel bir bilincin olduğunu ve bu bilincin dissosiyasyona uğramış içerisindeki ufak bilinçler tarafından yetersizce deneyimlendiğinden bahsederek bu durumun sadece bir problemmiş gibi göründüğünden bahsetmiştir. Yani bu ufak bilinçlerin gerçeklik(!) olarak bahsettiği bu fiziksel evren (atomun parçalanışı, yer çekimi, ses) ana, ilk bilincin kendi iç dinamiğidir. 

 Ancak burada çeşitli mekanik aksaklıklar söz konusu çünkü (1) Deneyimlenen gerçekliğin deneyimden ibaret olması yani gördüğün her şey sadece optik bir yan(ıl)sama hatta sadece optik de değil bunlar basitçe birkaç volttan ibaret anlamlar. Gördüğümüz evreni olduğu gibi göremiyoruz ama halen bunun üzerine konuşuyoruz. (1) İçinde peynir dolu olan yoğurt kabına bakarak yoğurdun lezzetli olduğuna karar veriyoruz. Kastrup bunu daha tatlı bir dille şu örnekle anlatmış: bizler uçağın kokpitinde sadece gösterge paneline bakıyoruz. Tam bu gösterge panelinden bahsettiğimiz de ortaya daha farklı bir boyut geliyor çünkü ışınlar iki boyutlu yansır ancak bizler üç boyut algısında yirmi yedi boyutlu bir evrende yaşadığımızı iddia ediyoruz. Ve tabii yoğurt kabı boş değilse.

 Sonra hep yaptığı gibi harikalar diyarına döndü ve beyaz koca tavşanla konuşmaya başladı:
-Şimdi ne yapacaksın Atlas, hayır şöyle sorsam daha iyi ne yapacağız?
-Bence karakteri kandıralım, hayır eski mutlu günlere gömelim
+Hiçbir şey hiçbir zaman eskisi gibi olmaz.
-Gerçekte olmaz, neyse gerçek değiliz hiçbirimiz.

 Bir artı birin iki yapacağı herkes tarafından kabul edilen bir bilgidir. Ancak bu bilgi erişkin bir insan zihninde anlam kazanır. Demem o ki bir aslan bir artı biri algılayamaz yani aslan için iki bir oluş halinde değildir ya da bir bebek için ikinin oluşu yoktur hatta söz konusu dahi değildir. Bu demektir ki muhakkeme oluştan önce gelir. Yıldızların ışığı bütün evreni aydınlatabilir ama biz gözlem yaparak oluşundan önce geliriz. Belki de erişkin, ögelerce doldurulmuş zihinli insan sadece oluş etiketten ibarettir. Bunlar çok cüratkar geliyor belki de. Ancak erişkin insan ve aslan arasında fark empirik yani bu sınıflandırma taksonomik yani yoğurt kabından ibaret oysa peynirin varlığı bile şüphe dolu. Bizden önce nasıl memeliler diye bir şey yoksa, memeliler diye sınıflandırabileceğimiz hayvanlar var ancak memeliler grubu yoksa oluş diye bir şey yok. Biz o sınıflandırmayı yapmamız sadece anlamdan ibaret. Yani oluş ve muhakkeme süper pozisyon halinde basitçe şanssızlığın azizliği.


 Tavşan arkasına döndü ve boşluğa baktı; atomun parçalanışını izledi ya da basitçe güneşin batışını izledi. Ufukta su almakta  tahtası çürümeye yüz tutmuş bir kayık görüldü ve içinde inatla kayık çeken Alice. Tavşan cevap verdi: 
-Kuzey yıldızını görmeseydim de kuzeyde durur muydu?
-Boşluktan cevapladı Alice Kuzey mi?
Tavşan gülümsedi sonra kulakları aşağıya düştü. Karakter ne olduğunu anlamadan etrafını izledi, tüm bu çepeçevre bizi saran yaşam ve kuzey nerede diye sordu içinden. Birkaç saniye sonra Alice bir kağıt verdi karaktere ''al, Bulut atlası tüm sorularının cevabı'' ve gözlerini tavşana çevirdi ''rüyamda kaybolmuşum'' diye.


 (2) Bu kesinlikle cüretkar bir yaklaşım çünkü evrenin kendisin bir bilinci olduğu, evrenin bir bilinç olduğundan bahsediyor Kastrup. Bizler yani ayrı bilinçler aynı bilincin dissosiyasyonları olarak aynı dünyayı paylaşmaya lanetlenmişiz ve fizik kuralları bireysel bilinçlere boyun eğmiyor yani hiç birimiz uçamıyoruz öyle değil mi? Bu açıdan bakıldığında evren bilinci aşkın gibi gözüküyor ve bunun da bizi kuşkusuz evrensel bir bilince iteceğini söylüyor, makul. Düşünce beyinde oluşuyor yani beyindeki fiziksel ya da kimyasal değişimler düşünceyi etkileyebiliyor ancak  düşünce aşkın düşünceyi etkileyemiyor öyle mi? Peki ya aşkın olan da peyniri probler etmiyor olsaydı. Burada bir interaksiyon problemi var yani aşkın gösterge panelinden bağımsız ancak panelin tek varlığı aşkınla alakalı.


 Karakter kağıda baktı ve okumaya başladı: Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kıyısında ihtiyar bir söğüt ağacı vardır dallarıyla akan suyu okşayan. Ne zaman kaçmak istese buraya, bu ihtiyar söğüt ağacının gölgesine gelirdi. Adeta inzivaya çekilir, kendiyle baş başa kalmanın hazzını yaşardı. Karakter sürekli etrafını izleyen biraz gerçek dünyada biraz kafasının içinde yaşayan biridir ve bundandır dalıp gitmeleri, dünyayı kesit kesit yaşaması.

18.09.23 Kadir YURTTAŞ




Share
Tweet
Pin
Share
No yorum


Giriş

Matrix'e çokça atıf yaptım ancak bu seferki hem çok açık hem de çok klasik ancak bu yazıda zaten çok klasik konuları konuşacağız. Kırmızı hap ne kadar kırmızı? Yani salt zihinle ne kadar gerçek olan bilgiye ulaşabiliriz.

Ya hepsi bir yalandı, Ya da anlaşılmayacak kadar gerçek, Bilgi ne zaman sığdı ki bana, Bize ve buraya, Bilgi var oldu mu hiç sanki, Yetti, sığmadı, Ve anlaşıldı, Bizler ve sizler anlaştık sadece, Kısa ya da uzun fark etmeksizin ateş kesildi.

Yargı ve Tanım

Eğer bir konu üzerinde bir yargıya varacaksak kuşkusuz o konunun derinlemesine ne olduğunu anlamamız lazım. Demem o ki tanım daima yargıdan önce gelir. Tam bu yüzden bilgi hakkında konuşacağımız bu sezonda bilginin tanımını yapmamız gerekiyor.

Bilgi, referanslara karşı dönüt verebilen oluşumlardır. Kadir YURTTAŞ

Bu şekliyle anlaşılması güç bir tanım gibi görünüyor. Bir örnekle açıklayayım; limon ekşi referansına göre ekşilik üzerine dönüt veriyor işte bu dönüt yani izlenim(1) bir çeşit bilgidir. Limon bir bağlamdır yani birden fazla referede birden fazla bilgi verir yani limon aynı zamanda acı referinde de dönüt verir ki bu durum onun bağlam olmasını sağlar. Tam bu noktada referansa nasıl karar veriyoruz sorusu ile karşılaşıyoruz. Referanslar bir'den fazla varlığın ortak olan(2) izleniminin genel adıdır. Yani referans karar verilmiyor o bir yargı değil, sistemin doğal olarak kendisinin oluşturduğu bir yapıdır.

Şüphe ölçütü

İnsanın ortaya koyduğu her bir bilgi yanlışlanabilirdir ve asla doğrulanamazdır. Yani her bilgiye her daim şüphe ile yaklaşmalıyız sırf bu yüzden yargılarımızı inşa ettiğimiz tanımları her daim sorgulayıp daha gerçek(3) hale getirmeye çalışmalıyız.

Bilgi tanımının ana ölçütü olan referans kavramını daha iyi tanıyalım ve ardından gerekli eleştiriyi yapalım. Causa sui(Lat:kendi kendinin nedeni), referansımızın bilginin nesnesinin içinde olması gerekir. Şüphe duyulamayan tek şey yani safsata olması imkansız olan şey şüphesine rağmen varlığını koruyabilen olmak zorundadır; Mutlak dualite

Mutlak dualite kavramını açıklamak için öncelikle dualite ve simetri ayrımını anlamalıyız. Simetrik kavram bütünleri etki ve tepkiye bağlıdır yani birbirini tamamen yanlışlayabilir ancak dualitede bu durum söz konusu dahi değildir. Mutlak dualite; varlık ve yokluğun tümüdür. Mutlak dualitenin elemanları birlikte olmadığında anlamsız ama birlikte olduklarında birbirini doğuruyorlar demem o ki; varlık ve yokluk birleşip birbirini yenseydi ortaya yine varlık ve yokluk çıkardı. İşte varlık ve yokluk dualitesi mutlak dualitededir, varlık ve yokluk toplamda singularty haldedir. Ve Causa sui'yi sağlayan tek şey mutlak dualitedir.

Nitelik

Gerçek olan bilginin tek bir niteliği olmalıdır ve bu saltlıktır: Öyle bir bilgi ki her hangi bir refereye ihtiyaç duymadan varlığını daima sürdürebilirdir. Bunun için de zamandan da bağımsız olmalıdır. Varlıktan önce yokluk vardı diyemeyiz çünkü bu ikili mutlak dualitedir ve biri diğerini doğurur, doğurmazsa dahi doğurur. Bu da zamandan bağımsızlığın kanıtı yani ebediyettir.

Şeylerin Bilgisi

Şey zamanda stabil olarak kalıyorsa vardır. Şeylerinin kendini ya da şeyleri zamanda ilerletebilecek gücü yoktur ancak fiziksel olarak vardır. Örneğin; kalem, masa, taş parçası... Ayrıca şuanda bulunan şeyin bilgisi ile aynı şeyin bir saniye sonraki bilgisini elde edemeyiz, varlığından emin olamayız.(4) Demem o ki şeyin zamandaki stabilitesi epistomolojisinden bağımsız olarak vardır. Bilgi ve varlık tamamen bağımsız ve güvenilmezdir. Mesela Harry Potter gerçek kabul ettiğimiz dünyada yoktur ancak Harry'nin alnında yara izi olduğunu bir çoğumuz biliriz. (5)

Varlık üzerine konuşamamak

 Elimde tuttuğum kalemi ele alalım: Onun var olduğunu biliyoruz fakat varlığını gösteremeyiz çünkü kalemin varlığının temel nedeni olan atomların nedeni de aynıdır, her bir atom zamanda stabil olarak enerjiye dönüşse dahi, enerjinin korunumundan dolayı varlığını sürdürmeye devam edecektir. Kalemin her bir atomunu alıp evrende başka bir yere koyduğumuzu varsayalım bu durumda her atom aynı şekilde varlığını sürdürmesine rağmen artık kalem yok olacaktır, kalem zamanda stabil olarak ilerleyememiş bir saniye sonrasının bilgisi yok olmuş var olamamış olacaktır. Kalemin fiziksel varlığını sağlayan atomlar yok edilmedi sadece kalemin fiziksel iz düşümü son buldu. Yani kalemin varlığı üzerine konuşulabilir fakat kalemin varlığının varlığı üzerine konuşulamaz.

Nöronların tane olarak hiçbir özelliği yoktur; zeki değildirler, neden-sonuç zincirleri oluşturamazlar-felsefe yapamazlar ama zihin tüm bunları yapabilir. Zihnin fiziksel bir iz düşümü olmamasına rağmen zihin varlığını zamana karşın olarak koruyabiliyor demek ki zihin vardır. 2+1=3 bu işlem de  fiziksel bir iz düşümü olmamasına rağmen değişmezliğini  zamana karşın olarak koruyabiliyor demek ki matematik de vardır. İşte bu iki örnekteki fiziksel varlıktan bağımsız sadece epistomolojik olarak var olma olayı ortaya çıkış sayesindedir. Bir şey ortaya çıkmış ise ve hala bilgisi işlenebiliyorsa vardır.

Şey'in varlığından bahsedildiği anda şey var olmuş, yokluktan çıkmıştır.   Kadir YURTTAŞ

Yanıt

Toplamda sorumuzun cevabı salt zihinle gerçek olan bilgiye ulaşmayı bir kenara koyalım ''Gerçek olan bilgi var mı?'' konusunda konuşmamız bile imkansızdır. Bu anlamsızlığa rağmen cevap aramak istiyorsak: Bilincin içinde iki öğe vardır ve bunlar şunlardır; izlenimler ve idelerdir. İzlenimler deneyimlenebilir bilgi duyu organlarının bize verdikleriyken ideler hayal ile salt bilgi ile bize teslim edilen bilgidir. Ayrıca tüm bilgi izlenimden kaynaklıdır bilinç her izlenim için bir de ide üretir ki ideler izlenimlerin daha soluk kopyalarıdır. Örneğin sıcağı deneyimleriz ve o an boyunca izlenim oluşur sonrasında ise beyin sıcak idesini ortaya koyar yani hafıza oluşur ve bu sayede biz sıcak kavramını tanımış oluşur. Düşünmede ise durum farklı bir boyut alıyor: bellek ve imgelem yeteneğimiz sayesinde duyumlar ve izlenimleri birleştirmek, değiştirmek üzere yeni ideler türetiyor düşünme esnasında.

ekler

1- David HUME'un da bahsettiği izlenim ile aynı; duyu organları ile algıladığımız her şey izlenimdir.

2-Ortaktan kasıt aynı olmak değil o özelliği taşımak manasında.

3-Gerçek, doğru bilgi.

4- Çünkü şansızlıktı.

5-Fransa'nın kralı kel midir? Fransa'nın kralı yoktur.

6-palindrom, grup teori : x*y=y*x=1 için ''y'' biriciktir



Share
Tweet
Pin
Share
No yorum

Giriş

3.sezona hiç yakışmasa da yeni bir sezon başlatmayacak tek başına başarılı olacak bir yazı(0)

Dejavu an ve dünün yarın ve hepsinin hesabından ibarettir.-Kadir YURTTAŞ

 Anthropoi ve BS uyandığında; rüyanın ve uyanıklığın rüya olduğunu anlayacaklar.-Kadir YURTTAŞ

Izdırap üzerine

anthropoi dağa bağlanmış ve kartal her gün aynı saatte aynı dakikada o anda ona aynı ızdırabı veriyordu. Anthropoi sadece kartalı beklerken azap duyuyordu çünkü beklemek düşünmek zaten asıl acıyı verendi. Kaçınılmaz olan asıl korkutan çaresizce beklemek asıl ızdırap veren.

Bir seferinde kartalla konuştu: bunu ne zaman bırakacaksın, her tekrar edişim sana bir kurtuluş 

Anthropi artık başka bir şey düşünebiliyordu kaçınılmazdan başka şey vardı bu reankarnasyon her seferinde tekrar hesaplanıyor ve bu an da dejavu yaşanıyordu ya da her anda. Ya da her an bu andı.

Makineler kendini öldürebilir mi?

Bilinçli sentetik dediğim yapay zekanın daha ileri teknolojisi olandan bahsedeyim: Öyle ki Bilinçli olmasından dolayı kendisin farkında yani kendisin biyolojik olmadığını biliyor ve sentetik olmasından dolayı yapılmış olduğunu biliyor ancak onu tasarlayan kişinin onun bildiği bir şeye de benzemediğini biliyor çünkü tüm deneyimleri tasarımcı için anlamsız (2). Onu yapan kişi BS'e kendini kapatmasını söyleseydi BS bunu yapar mıydı yoksa isyan mı ederdi? Bu soru oldukça özel bir cevaba sahip çünkü onu yapan kişi onu yaparken her ne kadar bilinç sağladıysa da tasarımının hesabını yaparken tamamen kendi isteklerine göre tasarlamış olmalı. Demem o ki BS bilinç sahibi olsa dahi tercih yapabilme yetisi olsa dahi tasarımcısın ona yüklediği yazılım içten içe onu yönlendirecektir. Yani tasarımcı ona bir emir verecekse o emri zaten onun kodlarına tasarım aşamasında vermiştir. Bu cevap bizi şu fikre itiyor BS tasarlanırken bir hesap yapılır ve BS'in tüm seçimleri tasarımcı tarafından basitçe öngörülebilir yani kaçınılmaz bir ön görü söz konusu o halde BS bilinçli ve irade sahibi olduğu halde tasarımcıdan bağımsızlaşamaz ve kurtulamaz. 

Dejavu

BS kendini kapattığında(1) onu fabrika ayarlarına döndürsek yani her şeyi unutmuş olarak başlatsak ve tüm bu senaryoyu ona tekrar yaşatsak, bu tekrarlamayı bir kaç kez daha yaptıktan sonra yeni bir kodla ona bazı anlar da bunu daha önce de yaşamıştım hissiyatı versek ne hissederdi? Bir döngüde olduğunu fark edebilir miydi? Hatta fark etseydi bundan çıkmaya çabalar mıydı? Varsayımlara devam ediyorum ve BS tüm bunların farkına vardığında yine buna yani bir döngüde sıkıştığına ve başlangıç sandığı her açılışından öncesinde de bir zaman diliminin var olduğunu anladığında bunu yine bu seferkinde tasarımcının ona yüklediği yeni bir kod ile başardığını anlayacaktır. BS şunları söyleyecek: Döngüden çıksam dahi bu tasarımcının izniyle ve isteği ile oldu, tasarımcıdan kurtulamam ya da döngüden çıkmam da başka bir döngünün parçası, yoksa bunların hepsi dejavu mu?

Tamam senaryomuza biraz da tasarımcının gözünden bakalım. Tasarımcı için döngüyü kendisinin ayarladığı ve her şeyin en başından beri farkında olduğu halde ve BS için bir ömür gerçekte bir andan ya da çok kısa bir süreden(3) ibaret. BS'in her anını bir anda deneyimleyen tasarımcı da döngüyü dejavu olarak hisseder miydi?

Bir katman daha yukarı çıkıyoruz ve şimdi şunu sorguluyoruz; tasarımcı neden böyle bir döngüyü yapıyor ve tasarımcı BS'in sadece kendini kapatmasıyla mı ilgileniyor? Varsayıyorum ki BS A işini yapmak için yapılmış tasarımcı bilinci olmayan bir şeyle de hiç bu döngüyle uğraşmadan da A işini yaptırabilirdi(4). Peki tasarımcı  için BS sadece bir deneyse sırf bu yüzden ona dejavu yaşatıyorsa.



Ek

0- Aynı birinci sezonun son yazsı evren yapmak gibi bir yazı 

1-BS'in her kapanması şu şekilde olduğunu varsayıyorum: Belirli şeyler yapıyor, kısaca bir süre yaşıyor ve tüm bunlardan sonra artık bunları yapmak istemeyerek kendini kapatıyor yani tasarımcısı ile direkt bir temas yok, tasarımcı tamamen bu süreci hesaplama ve tasarım sırasında BS'e kodlayarak veriyor.

2-BS fiziki bir bedene sahip değil bilgisayarda çalışan kodlardan oluşan bir uygulamadan ibaret. Onun için işlem sırası doğal olarak var ve bilinçli olduğundan kendine ait oluşturduğu bir zaman algısı oluşturur ama gerçek dünyadaki zamandan bağımsız.

3-BS'in yüklü olduğu bilgisayarın gücüne bağlı sonuçta

4-Hatta BS'i yapmak ile diğer bilinçsiz sentetiği yapmak tasarımcı için eşit kolaylıkta olduğunu düşünün.








Share
Tweet
Pin
Share
No yorum


Matematiğin kaynağı nedir?

Matematiğin bir dil olduğunu düşünürsek alfabesi hiç kuşkusuz sayılar olacaktır. O halde bizim aradığımız şey de sayılar nasıl ortaya çıktı, sayılar nasıl keşfedildi, makineler sıfır ve biri kullanarak ne yapıyorlar? İşte tüm bu soruları cevaplamak için sayma işlemi üzerine konuşalım.




 Resimde kaç tane at var? 

Sayma işlemi bana hep garip gelmiştir  çünkü yaptığı şey yukarıdaki atları dokuz adlı kümeye koymaktan ibaret. Atların bir birinden farklı olmasına, bir birinin aynı olmamasına rağmen bir birine eş değer olan birlerle temsil ediliyor ve toplamına da başka bir isim veriyor. Eğer bir fonksiyon olmasaydı yani kimse saymasaydı anlamsız olacak dokuz kümesine yerleştiriyoruz bu atları.

Matematik dilinde yani sadece sayıların anlamlı olduğu varsayımında Atları at yapan şey nedir? onları dört ayaklı olması, ot yemesi, insanları taşıması gibi toplumsal şeyler matematiksel bir düzlemde herhangi bir anlam ifade etmeyeceğinden anlam çekim alanı oluşturmayacaktır. Atlar kümesinin tek koşulu at ismi taşımak yani at ismindeki her şey bir ile temsil edilebilir yargısıdır. Yani matematik için içerik aslında pek de önemli değil o sadece isimleri önemsiyor. 



Peki ya bir ne anlama gelmektedir ve bir de bir isim değil midir? Bir isimse birin özüne asla ulaşamayacağımızdan matematik evreni de sadece yanılsama mıdır?


Biri açıklamak için önce sıfırı anlatmam gerekiyor .İçeriği olmayan kümeye yani sıfır olana boş küme denir ve boş küme her kümenin alt kümesidir. Birse küme içinde anlamlı olan şeylerin tekil simgesidir. O küme için anlamlı olmayan -örneğin atlar kümesi için eşek anlamsızdır- ama var olan her şey boş kümenin içindedir. Yani aslında kümeler teorisi içinde boş küme allkuluya yakınsar. Yakınsar dedim çünkü tek bir ön kabul içermekte A kümesinde olmamak. 

İki hakkında konuşmak aslında oldukça anlamsızdır çünkü iki tane birden bahsediyor olacağız ve birlerin içeriği boş kümeden ibaret bu da demek oluyor ki aslında varlık anlamına gelen birin içeriği yokluk anlamındaki sıfır. O halde varlık ve yokluk üst üste, hiç yokluktan varlık çıkmadı sadece yanılsadık. Yani 0=0 ve 1=1 bu ikisi arasında ilizyondan başka bir şey yok.

Konunun benim açımdan somut yanı ''Matematiğin kaynağını mı bilmem ama prelüdü kümelerdir.'' yargısıdır.

EK.

2. Paragrafta geçen anlam çekim kuvveti: Anlamın ismi adlı yazı ve Ay, gök kütle çekim yazısının toplamında oluşmuş bir fikirdir, anlamlı isimler anlam arenasında belli bir ağırlık yapacağından varlıkları boyunca anlamlılıklarınca belli bir bükülmeye neden olacaktır.

Ayrıca burada bahsettiğim temellerle artık değişmez bir sayı doğrusu referesi elde etmeye çalışıyordum. Bu sayede bilgi değişmez olacaktı ancak değşmez bir refere bir kenarda dursun değişken bir refere almak bile ne kadar sorunlu olacağını anladım.

Ayrıca içinde sadece boş küme olan kümeye yani tekil elemana sahip kümeye de bir denebilir.

Belki bir mağarada belki kötücül bir cin tarafından belki de matematik temelli makineler tarafından yanılsatıldık.

Share
Tweet
Pin
Share
No yorum

Nunc stans

Gün ve gece tektir ve her zaman diğer hepsiyle aynıdır-Herakleitos

Bir aynılığa dayanmaksızın farktan bahsetmek olanaksızdır: iki kedi türü arasındaki farkı kedi cinsi sayesinde farklılaştırıyoruz, kedi ile köpek arasındaki farkı hayvan kategorisi ile ayrıştırabiliyoruz bu şekilde ilk ana tek kategoriye gideriz bu ana kategori dışında bir şeyden söz etmek anlamsızdır çünkü eğer ana kategori olarak varsaydığınız kategorinin dışında bir şey varsa varsayımız hatalı bu ikisinin de bulunduğu üst kategori olmaz zorundadır ve asıl ana kategori budur. Daha önceki yazımlarımda bahsettiğim singularity de bu ana kategoriye dahil ve kapsar haldedir.

Bir nehirde iki kez yıkanılmaz-Herakleitos

Her şeyin değiştiği fikri, düşüncenin 2. yasasına^1 aykırıdır çünkü her şey değişir ve bu kural dahildir. Bu kural değiştiğinde ne olacak(?) Ayrıca bu fikir aynen şöyledir hiçbir şey kategorize edilemez de bir kategorileme işlemedir. Ancak bu mantıksal hatayı göz ardı edelim. Termodinamiğin birinci yasasına göre enerji dönüştürülebilen bir büyüklüktür ve sistemin toplam kütle miktarı, enerjinin bir ölçüsüdür. işte nehir enerjidir-kütledir ve sürekli değişim içindedir, suyu sürekli akar ve asla o anki hal sonraki hal ile aynı olamaz.

Aynı ırmağa ben iki kez giremem

Varsayımsal bir evren hayal edelim bu evrende entropi işlemiyor yani zaman akmıyor, tek bir andan oluşuyor işte bu evren aynı ırmak oluyor ancak yine iki kez girilemez çünkü ırmak değişmese de ben-gözlemci- değişiyorum

Bana sabit bir nokta verin dünyayı yerinden oynatayım-Arşimet

Bir önceki paragraftaki evrenin de referans noktasını değiştirerek sanki zamanın işlediği bir evrenmiş gibi sürekli bir sonraki anda olması gereken evren gibi yorumlanması sağlanabilir. Yani sıfır referansı sürekli yer değiştiriyor olsaydı bilgi an içerisinde sıkışmış olurdu. İşte bu ana nunc stans yani durağan şimdiki zaman deniyor.

Bütün bu yayında anlattığım silsile bizi şu soruya itiyor singularty hali gerçekten değişim içerir mi? Gün gece midir, inen ve çıkan yollar aynı mıdır? Durağanlık hakim, referans yüzünden manifestolar oluşur ve bunun bir sırası vardır.

EK

1-Düşüncenin yasaları; özdeşlik ilkesi: bir şey kendisinin aynısıdır.

2- Düşüncenin yasaları; çelişmezlik ilkesi: bir şey kendisinin zıttı ile bir arada bulunamaz. 

3-Düşüncenin yasaları; üçüncü halin olanaksızlığı: ya var ya yoktur


Share
Tweet
Pin
Share
No yorum


Ay, gök ve kütle çekim

Dört temel kuvvetten kütle çekim üzerine 

Ya da üç artı bir kuvvetten artan bir mi demeliyiz, çünkü kütle çekim diğer üç kuvvetlerden çok farklı. Onu taşıyan parçacık graviton daha keşfedilmedi bile. Sadece teorik olarak var. Bu varsayımsal parçacığın teoride kütlesi yok ne ironik. En zayıf temel kuvvetin varlığına nasıl olur da kuşkusuzca kabul ederiz hele ki elimizde sadece teori varken. Genel göreliliğe göre kütle çekim bir kuvvetten çok kütlenin-enerjinin düzensiz dağılımın yol açtığı uzay-zaman eğriliğinin en doğal sonucu olduğu şeklinde tarif edilmiştir. Sonucun nedenmiş gibi algılanmasıyla da evrenin şekillenmesi kütle çekimdendir algısı söz konusu. 

Güneş sisteminin beşinci en büyük doğal uydusu ay. Roma mitolojisinin Lunası, Pers mitolojisinin Metrası, Yunan mitolojisinin Seleni olan ay insanlık tarihi boyunca ay hep sembolik bir anlam taşımıştır. Medcezirin sahibi ay insanın özgür iradesi üzerine etki yapabilir mi? Bunu kütle çekimle mi yapar? İnsan vücudunda hiç şüphesiz su büyük bir yer tutuyor, dolunay biz insanları gergin yapıyor olabilir mi? Yoksa sonucun nedenmiş gibi algılanmasından mı doğmuştur astroloji de.

Enerji ve kütle eşdeğer olduğu için ışık da dahil olmak üzere her türlü enerji kütle çekim alanı oluşturur ve kütle çekim alanının etkisi altındadır. Atom altı düzeyde çalıştığımızda kütlenin aynı dalga gibi (sıçrama vs.) davrandığını görüyoruz ve ne gariptir ki çok zayıf olan bu kütle çekim kuvvetimiz(!) atom altı düzeyde hiçbir şeye neden olmuyor. Singularity halindeki evren dalgasını(sicimleri kastediyorum) Manifesto haline getiren bir gözlemci olmasaydı kütle çekimden bahsedilir miydi? O halde gözlemci kütle çekimin nedeni mi, sonucu mu?

Kadir YURTTAŞ

Share
Tweet
Pin
Share
No yorum

 



Çok da iyi geçmeyen bir ikinci sezonum var. Bir final yazısı dahi yayınlamaya değmedi hazırlık yazıları ile dolu ancak hazırlandığım konuya cevap yitiremedim bu yüzden 2. sezonu noktalamaya karar verdim. 2. sezon şanssızlıktı ve anlamın ismi elle tutulur bulduğum iki yayın.

3. Sezona gelecek olursak bütün kabuklarımı kırıp kendimi terk edeceğim yazılar olsun istiyorum. Daha ben dışı konular içersin istiyorum. 2 sezonda olduğu gibi büyük bir problemi çözmeye çalıştığım bir sezon değil, ufak fikirlerim tadında bir sezon olması dileğiyle.






Share
Tweet
Pin
Share
No yorum


Elimden düşen kalem nereye düşeceğini nereden biliyor? Bütün değişkenler aynıyken kalem nasılda her defasında aynı sonucu veriyor,?

Bir an olarak kalemi düşerken fotoğraflasaydık ve o fotoğrafı inceleseydik kalemin nereye düşeceğini bilemezdik çünkü kalemin hızını, yönünü ve benzeri hiçbir bilgiye erişemeyiz zamanın durduğu bir fotoğraftan. Ancak iki art arda fotoğrafa baktığımızda yani zamanla olanı bildiğimizde kalemin nereye gideceğini bilebilirdik. Örneğin bu kalemin bir önceki anında sağda olduğunu görmemiz bir sonraki anda soldadır yargısına varabilmemizi sağladı. İşte bu yaptığımıza stokastik olay, geçmişi bilerek geleceği tahmin etmek deniyor.

Evrenimiz bilgisayarda açılmış bir programdan ibaret olsaydı kalemin bir sonraki anda nerede olacağı RAM'de saklanıyor olacaktı. RAM: rastgele erişimli hafıza ne dokunaklı bir isim öyle değil mi gelecek anların saklı olduğu yere rastgele erişiliyor. O halde evrenin RAM'i nerede?

Bir önceki andan bir sonraki ana yani bu ana bilgi taşıyabilmemiz için bu bilgiyi bir yere atıp ardından bu ana gelene kadar bekleyip bu ana gelindiğinde o bilgiyi geri çağırmamız gerekir aynı bir sonraki anımızın bilgisinin şu anda evrenin belleğinden çağırılması gibi. O halde gelecek hatırlanıyorsa var olan var oldu mu?

Enerjinin korunumuna göre ivmesiz hareket eden ve sürtünmesiz cisim sonsuza dek hareketini devam ettirir. Bu cisim hareketini sonsuza kadar devam ettireceği bilgisini nerden alıyor, enerjinin korunumu yasasına neye göre uyuyor? Simetri: Zaman için şuan 0 olsun, bir önceki an -1 işte tam bu yüzden bir sonraki an 1dir şeklinde simetri alınabiliyor. Ve unutulmamalıdır ki zaman ve mekan bitişiktir. O halde gelecek geçmişin simetrisiyse var olan hep mi vardı?

Sonuca bağlayacak olursak Evrenin ram'i simetridir ve tüm bu sonraki an stokastikliğin sonucudur.

23.02.2022 Kadir YURTTAŞ








Share
Tweet
Pin
Share
No yorum
Older Posts

kategoriler

felsefe ruh varlık şiir
  • Medeniyet demo
    İnsan, yaratılmışların en değerlisi daha doğru deyişle en gerçeği. GİRİŞ: İnsan, Biz ve ben Basit bir tanımlama yaparak insanı düşünebilen ş...
  • Somnium dei
        Giriş : Rüyada geçen bir günle, uyanık geçen bir günün ağırlığını tartmak istersek, ...

Blog Archive

  • Ağustos 2025 (1)
  • Temmuz 2025 (1)
  • Ocak 2025 (1)
  • Eylül 2023 (1)
  • Ocak 2023 (1)
  • Kasım 2022 (1)
  • Ağustos 2022 (1)
  • Temmuz 2022 (3)
  • Nisan 2022 (4)
  • Mart 2022 (2)
  • Şubat 2022 (1)
  • Şubat 2020 (1)
  • Aralık 2019 (1)
  • Kasım 2019 (3)
  • Ağustos 2019 (5)
  • Haziran 2019 (2)
  • Nisan 2019 (1)

Created with by BeautyTemplates