Truthmaker İlkesi
For every truth, there is something in the world that makes it true.
(Her doğru için, onu doğru yapan dünyada bir şey vardır.)
Truthmaker İlkesi, her
önermenin doğruluğunu garanti eden, dünyada var olan belirli bir gerçeklik
bulunduğunu savunur. Başka bir ifadeyle, bir önerme doğruysa, bu doğruluk
yalnızca dilsel ifade ya da zihinsel inançtan kaynaklanmaz; mutlaka ona tekabül
eden bir olgu, varlık veya durum dünyada mevcut olmalıdır.
Örneğin, “kar beyazdır”
önermesi, yalnızca bir dilsel yapı değil, beyaz renge sahip kar kristallerinin
fiilen var olmasıyla anlam ve doğruluk kazanır. Burada “kar” nesnesi, algısal
olarak nasıl görünüyorsa, gerçekte de öyledir; bu nedenle önerme, dünyadaki
olgusal bir duruma doğrudan karşılık gelir.
Bu yaklaşım, doğruların
temellendirilmesinde zihinsel süreçleri devreden çıkarır ve nesnel gerçekliği
merkeze alır. İnsan zihni hiç var olmasa dahi “su H₂O’dur” önermesi doğru
olmaya devam eder; çünkü bu doğruluğun kaynağı, suyun moleküler yapısında bulunan
olgusal gerçekliktir. Dolayısıyla doğruluk, öznel algılara, toplumsal uzlaşıya
veya dilsel konvansiyonlara değil, dünyadaki varlıkların ve durumların
kendisine dayanır.
Felsefi açıdan, Truthmaker
İlkesi hem metafiziksel realizm ile uyumludur hem de doğru-uygunluk
teorisi ile güçlü bir bağ kurar. Bu çerçevede, “doğru” kavramı, düşünce ve
dilin dışındaki gerçeklik tarafından güvence altına alınır; böylece bilgi,
yalnızca tutarlılık veya faydacılık ölçütleriyle değil, dünyaya uygunluk
ölçütüyle de değerlendirilebilir.
Yeşil Nota
Pazar sabahı, meydanda kâtip
bir kâğıt okudu. “Bundan böyle baskıdan çıkacak her kâğıt resmî beyaza uyacak.
Postanedeki kıyas kâğıdıyla karşılaştırılacak. Uymayana önce kısa gözlem,
tekrarında sürgün. Mühür esastır.” Sesi soğuktu. Kar günlerdir hep aynı notada inliyordu, hep
aynı tınıdaydı. Gökyüzü, gri ile beyaz arasında asılı duran bir düşünce
gibiydi; çam iğnesi gibi, hafif ama ısrarcı. Köyün taş duvarları, rüzgârın
cilaladığı buz tabakasıyla mat bir parlaklık taşıyordu. Her şey tek renge, tek
tona teslim olmuş gibiydi; ama o, gözlerini kırpmadan baktığında karın beyaz
değil, derin bir yeşil titreşimle dalgalandığını görüyordu.
Körüklü makinemi üçayağa
kurdum. Cam levhayı yuvaya taktım. Vizöre bakınca, beyazın içinden tanıdık bir
tını yükseldi: kimseye anlatamadığım ince bir yeşil. Ben ona içimden “gerçek
yeşil” diyorum. Aklım “yok öyle şey” dese de gözüm “burada” diye diretir. Üç
kare çektim: sabah, öğle, akşam. Hep aynı yer, aynı taş duvar, aynı kar; ama o
tını her defasında başka bir yerden sızdı.
Postanenin arka odası küçük bir
baskı bölmesiydi. Karanlıktı, duvarları rutubet kokardı. Masanın üstünde
tepsiler, gümüş banyosu, sabitleme suyu; ipte mandallar. Kırmızı feneri yaktım.
Levhayı suya yatırdım. Resimler yavaşça kâğıdın üstünde belirdi. Hepsi tertemiz
çıktı, hepsi tek beyaz. Yeşil yok.
Karanlık odanın kapısında İshak
belirdi. Postane memuru… Buz gibi bir herif, mavi bir atkı sarar, kâğıtların
kenarlarını parmağıyla yoklardı.
— Yine mi meydan? dedi.
— Işık değişiyor, dedim.
— Işık değişir; ama resmî beyaz değişmez, dedi. Sonra sesi kısıldı. — Yarın
vilayetten bir muavin gelecek. Kıyas kâğıdını indirip seninkilerle üst üste
koyacak. Sapma derse önce gözlem, sonra ne çıkarsa… Çabuk ol.
Başımı salladım. Bir şey daha
söylemek istedim, söylemedim. Camın buğusuna parmağımla bir çizgi çektim. Camın
ardında kar; camın üstünde ben. İkisine birden bakınca içim ürperdi.
Gece evde, küçük karanlık
odamda çalıştım. Mum ışığını büyütücünün altına koydum. Nane yapraklarını
kaynatıp bir kavanoza doldurdum; koku hafızayı çağırır. Bazen kokunun çağırdığı
şeyi göz yakalar. Cam levhayı gümüş banyosuna daldırdım. Kâğıdı suya bırakınca
kenarda, çıplak gözle güç seçilen ince bir damar belirdi. “Buradasın,” dedim.
“Kâğıt seni reddetse de.”
Ertesi gün postanede kuyruk
vardı. Masaların üstünde mühürler, çekmecelerde kıyas kâğıtları. Duvara asılı
kıyas kâğıdının üstünde kısa bir cümle yazıyordu: “Beyaz budur.” Köşesinde taze
bir mühür. Vilayet muavini geldi. Siyah ceketli, ayakkabıları cilalı, tıraşı
yeni. İçeri girer girmez kıyas kâğıdını indirdi, masaya serdi.
— Baskılarınızı veriniz, dedi.
Üç kâğıdı uzattım. İlk ikisini kıyas kâğıdının üstüne koydu; köşeleri
birbiriyle hizaladı. Bakışı düzgündü, sabırlıydı. Üçüncü kâğıtta durdu.
Parmakları kâğıdın kenarında oyalanınca, içimdeki yeşil sanki bir an nefes
aldı.
— Uygundur, dedi. Kalemiyle
kenara not düştü. — Yine de birkaç baskı daha alalım, tesadüf sevmem. Kıyas
dışına çıkarsa gözlem var.
İshak camın ardında bekliyordu.
Göz göze geldik. Bakışı, “Sabret,” dedi. Sonra muavine dönüp sordu:
— Akşama kadar bitirelim mi
efendim? Hava erken kararıyor, kalabalık artıyor.
— Hızlı ama dikkatli, dedi muavin.
Öğleye doğru baskıları
çoğalttım. Her kâğıt ipte sallanırken içim boşalıyordu. Yeşil yok. Nane
kokusunu duydum, ama görüntü gelmedi. Bir ara İshak odanın kapısına yanaştı,
kimse bakmıyorken elimi yokladı. Avucuma ufacık bir metal parçası bıraktı.
İncecik, jilet ucu gibi.
— Ne bu?
— Kıyas kâğıdını tutan çerçevenin kenarı serttir, dedi. — Kenardan çok küçük
bir çentik açarsan, kıyas aşağıdan çok az eğilir. Muavin mühre bakar, harfin
omzu da az biraz eğilir. Göz bunu tam adlandıramaz; ama oradaki güven sarsılır.
Sonrası kısmet.
— Ya anlarsa?
— O zaman da kısmet. Bazen insan, bildirmekle yetinemez; içini de bildirir.
İçimiz mühür tutmaz.
— Niye yapıyorsun, İshak?
— Çünkü ben de o tınıyı hatırlıyorum, dedi. — Sabahın çok erken saatlerinde,
karın üstünde. Adını koyamam ama kokusunu bilirim.
İkindiye doğru muavin tekrar
kıyas istedi. Herkesin gözü öndeki masadaydı. Tam o sırada, İshak kapı eşiğinde
dosyaları devirmiş gibi yaptı. Muavin bir an arkasına döndü. Ben de kıyas
kâğıdını tutan tahta çerçevenin alt kenarına o ufacık metal parçasıyla minicik
bir çizik attım; bir saç teli kadar. Elim titremedi. Muavin geri döndü, hiçbir
şey fark etmedi. Kâğıtları yine üst üste koydu. Mührü bastı. “Uygundur” yazısı
bu kez gözüme biraz eğik göründü. Eğikliği benden başka kimse anladı mı,
bilmiyorum. Arkadaki yaşlı kadın hafifçe nefes verdi, sanki “işte” diyecekti
ama demedi. Postanenin kapısının önünde afiş ezberleyen küçük kız, harflerin
kıvrımına uzun uzun baktı.
Muavinin yüzü sertleşti.
— Kâğıdı değiştirin, dedi. —
Çerçeveyi de değiştirin. Bu eğiklik hoş değil.
İshak, “Hemen,” dedi. Hemen de
yaptı: çekmeceden yedek çerçeve çıkardı, yenisini astı. Eski çerçeveyi, sanki
hep böyle yapılırmış gibi, hızla kenara bıraktı. Metal kıymık artık bir atık
kutusundaydı.
— Devam edin, dedi muavin.
Akşamüstü beni bir odacığa
aldılar. Bir masa, bir sandalye. Kapıda bir asker. “Kısa gözlem,” dediler.
“Yarın sabah çıkarsın.” Ne sorarlarsa aynı şeyi söyledim: “Karın beyazında bir
tını görüyorum.” “Nasıl bir tını?” “Anlatması zor; ama var.” “Renk mi?” “Belki.”
“Nereden geldi?” “Bilmiyorum.” “Ne istiyorsun?” “Onun kâğıtta kalmasını.”
“Niye?” “Çünkü gerçek.” Başımı öne eğdirdiler. Bekledim. Bir gece sürmedi;
zaman uzadı. Dışarıdan postanenin iç fısıltısı geliyordu; kâğıt sesleri,
mürekkep, mühür. Koku, nane ile rutubet arasında bir yerde dolaşıyordu.
Sabah olduğunda kapıyı açtılar.
Gözlem bitti. Masanın üstünde bir kâğıt: “Tekrarında sürgün.” Altında mühür.
Avluya çıktım. İshak uzakta duruyordu. Yanıma gelir gibi oldu, gelmedi. Gözleri
yorgundu.
— Eski çerçeveyi ne yaptın?
dedim.
— Kırıldı, dedi. — Çöp. Bazen bir şey kırılır ve çöp olur. Bazen de kırıldığı
için hafızaya girer. Bende şimdilik ikincisi.
Atölyeme döndüğümde kapıda bir
yazı buldum: “Geçici el koyma.” Kilit vurulmuştu. Körüklü makinem içerideydi,
cam levhalarım, büyütücüm, gümüş banyolarım. Cebimde üç beş kuruş kaldı. Evde
sobaya attığım odunların sesi kısık çıktı.
O günler böyle geçti: Postanede
kıyas, mühür, “uygundur.” Ben evde kâğıda bakıyorum, yeşil yok. Sokakta
insanlar aynı havayı soluyor ama sanki herkesin içinde küçük bir perde asılı.
Perde, biri çekinceye kadar inmeye devam ediyor.
Bir akşamüstü, kahvenin önünden
geçerken kasabın çırağı kendi kendine konuşuyordu: “Etiketlerdeki beyaz bugün
bana daha sıcak göründü.” İçeriden birisi, “Gözün yorulmuştur,” dedi. Çocuk
sustu. Afiş ezberleyen kız, artık harflerin gölgesine daha uzun bakıyordu.
Yaşlı kadın, tezgâhta nane aldı. Herkes susuyordu. Söylenmeyen şey, kışın
nefesi gibi aramızdan geçiyordu.
Sonra bir sabah, kapım çalındı.
İki memur. “Atölye mühürlü, içeride kaldığın görüldü.” “Ben içeride değilim,”
dedim. “Dışarıdayım.” “İçeride olduğun günler için ceza yazıldı,” dediler.
“İmza.” Kalemi elime verdiler. İmzaladım. “Makine, cam levhalar, kimyasallar…”
saymaya başladılar. Hepsine el koydular. “Bunlar devlet malı sayılır,” dediler.
“Usul budur.” Cümleleri kısa, yüzleri sabitti. İçimdeki tını bir an kıpırdadı,
sonra yine sessiz kaldı. Yoksulluk, bir gölge gibi eşiğin altından içeri girdi;
yerini buldu, oturdu.
İshak, o gün akşamüstü yanıma
uğradı. Gözleri daha da yorgundu.
— Benim de başım belaya girdi,
dedi. — Çerçeve meselesi büyüdü. “Gaflet” yazdılar dosyama.
— Seni koruyacak kimse yok mu?
— Olur da, herkes kışı bekliyor. Kış, çoğu suçu örter. Bazılarını büyütür.
— Niye o kıymığı verdin bana,
İshak?
— Çünkü bazen insan, bir harfin omzunu eğmek ister. O eğiklik, birinin içindeki
düz çizgiyi sarsar. Sarsılsın istedim.
— Bedeli?
— Bedeller bazen peşin gelir, dedi. — Bazen veresiye. Benimki peşinmiş.
Ertesi hafta İshak’ı gördüm.
Postanenin önünde değil; karakol avlusunda. Kolunda bir yük, yüzünde bir çizik.
“Sürgün,” dediler. “Gidiş var.” Nereye olduğunu sormadım; bazı sorular cevapsız
daha ağırdır. Göz göze geldik. “Bazen içim mühür tutmaz,” demişti ya; şimdi
gözlerinde yalnızca soğuk bir rüzgâr vardı. Elini kaldırdı, indirdi. O kadar.
Ben de taşındım. Kasanın
arkasında bir oda buldum. Penceresi küçük, camı eski. Camın buğusuna parmağımla
bir çizgi çektim. Camın ardında kar; camın üstünde ben. İkisine birden bakınca,
içimde bir şey yerine oturdu, daha doğrusu hiç yerinden kıpırdamadı. Dışarıdan
hoparlör yoktu ama belediye katibinin sesi sanki hâlâ meydandaydı: “Mühür
esastır.”
Bazen geceleri, cebimde kalan
son kâğıtları çıkarıp bakıyorum. Hepsi resmî beyaz. Ama hepsinde benim bildiğim
başka bir şey de duruyor: Kâğıdın kenarında, çıplak gözle güç seçilen, suyun
kestiği yerlerde çok ince bir damar. Ona bakınca koku geliyor, nane gibi. Koku
gelince görüntü kıpırdıyor. Görüntü kıpırdayınca akıl susuyor. Bu, benim için
gerçek.
Bir gün pazarda aynı küçük kızı
gördüm. Postanenin önündeki eski afiş artık orada değildi; ama kız, duvarda
kalmış soluk izlere baktı, parmağıyla hayalî harfleri yokladı. Yanına
yaklaştım.
— Harfler sana nasıl görünüyor?
dedim.
— Sanki biraz yumuşak, dedi. — Ama belki gözlerim yorgundur.
— Belki, dedim. Başını okşamadım. O, kendi başını taşımayı iyi biliyordu.
Yoksulluk, insanın sesini
kısar. Ses kısılınca, içeride başka sesler duyulur. Benim içimdeki ses,
“Yeşil,” diye fısıldar. “Buradasın.” Sonra susturulur. Mühür, kâğıt, kıyas…
Hepsi yerli yerinde.
Bir akşamüstü, postanenin
önünden geçerken, duvarda yeni bir yazı gördüm: “Kıyas kâğıdı yenilenmiştir.”
Altında tarih. İmza. Mühür. Yeni kıyas kâğıdı asılmıştı. Ötekinden daha sert,
daha beyaz. “Beyaz budur.” Harfler dimdik. Omuzları dümdüz. Eğiklik yok. İshak
yok. Eski çerçeve yok. Benim atölyem yok.
Eve döndüm. Elimde kalan tek
şey birkaç boş kâğıt, kırık bir lens parçası, bir de ot kokusu. Sobanın yanında
oturdum. Büyütücüyü açmadım. Mum yakmadım. Pencereye yürüdüm. Camın buğusuna
parmağımla bir çizgi daha çektim. Camın ardında kar; camın üstünde ben. İkisine
birden bakınca başım dönmedi. Sadece anladım: Bazı şeyler kâğıda düşmez. Bazı
şeyler, düşse bile orada kalamaz. Bazı şeyler insanın içindeki odada asılı
kalır. Kapısı kilitli bir oda; anahtarı yok, ama kokusu var.
Sonra kapı çalındı. Küçük bir
zarf. İçinde tek bir kâğıt: “Atölye devri kesinleşmiştir.” Bir satır daha:
“İlgili şahsın taşra dışına çıkması uygun görülmemiştir.” Altında bir mühür
daha. “Uygundur.” Kâğıdı masaya bıraktım. Masanın üstündeki toz, çizgiler
hâlinde duruyordu. Parmağa yapıştı.
Kış uzadı. Kar, günlerce hep
aynı notada yağdı. Yürürken ayağımın altında çıtırtı yerine hafif bir hışırtı
duydum; belki de bana öyle geldi. Kasabın çırağı, dükkânın camını sildi. Camın
ardında etler beyaz; camın üstünde o. “Bugün ışık daha farklı,” dedi kendi
kendine. “Belki hava.” “Belki,” dedim içimden.
Postanenin önünden son bir kez
geçtim. Kıyıda köşede eski kâğıt parçaları, mühür izleri, buruşuk ilanlar
vardı. Bir taşın üstüne oturup bekledim. Ne olacağını bilmeden. Uzaktan bir
kadın geçti; elinde nane. Kokusu rüzgârla bana geldi. Koku geldi, görüntü
kıpırdadı. Olduğu gibi değil; olması gerektiği gibi de değil. Sadece olduğu
kadar.
Benim hikâyem burada bitmiyor,
ama kâğıtta devam etmiyor. Atölyem yok. İshak yok. Kıyas kâğıdı daha sert.
Mühür daha hızlı. Ben daha sessizim. Yine de bazen, sabahın çok erken saatinde,
herkes uykudayken, sokak buz kesmişken, karın üstüne eğilip bakıyorum. Gözümü
kırpmadan. Beyazın içinden, kimseye anlatamadığım o ince tını yükseliyor. Adını
söylemiyorum. Kendi kendine gelir, kendi kendine gider. Kâğıtta kalmaz. İnsan,
bazı şeyleri yalnız görür. Görür ve taşır. Ben de öyle yapıyorum.
Bir gün, belki, o küçük kız
büyür; bir camın buğusuna parmağıyla çizgi çeker. “Camın ardında kar; camın
üstünde ben,” der. Sonra susar. Susarken anlar. Anlayınca kokuyu alır. Koku
gelince görüntü kıpırdar. Görüntü kıpırdayınca akıl susar. O an, kâğıt olmasa
da olur. Çünkü bazı hakikatler mühür tutmaz.
Ben yine yürürüm. Kar yağar.
Mühür vurulur. Kıyas asılır. Ben bakarım. İçimdeki yeşil konuşmak ister.
Konuşamaz. Ama var. Var olduğu için ağırdır. Ağır olduğu için gerçektir. Ve bu,
bu kasabada, bu kış boyunca, benim payıma düşen tek zenginliktir.








